1- Kur'an-ı Kerîm (nuzulü, yazılması, neshi, toplanması...)

a) Muhtevâsı ve bağlayıcılığı:
Kur'ân-ı Kerîm'in yalnızca bir tavsiye ve öğütler kitabı olmadığı, içindeki birçok âyetin âmir hüküm mahiyetinde bulunduğu ve müslümanları bağladığı konusunda ittifak vardır. Birçok âyet ve hadîs müslümanları bu ittifaka götürmüştür. Tartışılan konu şu veya bu âyetin bağlayıcı olan, bağlayıcı olmayan kategorilerden hangisine ait olduğu hususudur. Meselâ bütün müslümanlar içkiyi ve faizi yasaklayan âyetlerin âmir hükümler gurubuna girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna mukabil kurban ile ilgili âyetin (Kevser: 108/2), borcun yazılması ile ilgili âyetin (el-Bakara: 2/282), boşanmanın şahitler huzurunda yapılmasını isteyen âyetin (Talâk: 65/2) âmir hüküm mü, yoksa tavsıye ve teşvik hükmü mü getirdiği hususu tartışma konusu olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm ferd ve toplum halinde insanları ilgilendiren hemen her konuda âyetler ihtiva etmektedir? Bunlardan bir kısmı genel çerçeveli ve mânalı, bir kısmı ise özellikle belli konulara âit âyetlerdir. Altı bini aşan âyetin en fazla üzerinde durduğu konular: Allah'ın varlık ve birliği, bunun delilleri, sapık, gerçek dışı inançların reddi, vahiy, peygamberlik ve âhiret hayatının isbatı, cennet, cehennem ve âhirete ait hallerin tasviri, iyi davranışlara mükâfat vâdi, kötü davranışlara ceza tehdidi, öğüt, geçmiş toplumların ve milletlerin hayatı ile ilgili bilgiler, Allah'ı hatırlatma, öğme, nimetlerini dile getirme, O'nun isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibâdet edileceği ve nasıl anılacağı... Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili âyetlerin sayısı konusunda farklı rakamlar ileri sürülmüştür; bunun sebebi "fıkıhla ilgili" kavramı üzerindeki anlayış farkıdır; doğrudan isim vererek fıkıh meselesini ele alan âyetleri esas alanlar (meselâ İbn Kayyim) bunları yüz elli olarak tesbit etmişlerdir. Birçok âlim beşyüz rakkamını ileri sürmüş, istidlâl yoluyla meseleye cevap getiren âyetleri de sayıya dahil etmişlerdir. Âyetlerin çeşitli delâletleri göz önüne alınırsa, sayıyı daha da arttırmak mümkündür. Nitekim İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinde bazı hocalarından şunu nakletmiştir: Bakara sûresinde bin emir, bin nehiy (yasaklama), bin fıkıh hükmü ve bin haber vardır. Fıkıh açısından bu sûre büyük önemi haiz olduğu içindir ki İbn Ömer bu sûreyi tam kavrayabilmek için sekiz yılını vermiştir."(9) İbnu'l-Arabî fıkıh ile ilgili âyetlerin tefsirini yaptığı mezkür eserinde yüz beş sûreden 864 âyet üzerinde durmuş, bunlardan fıkıh hükümleri çıkarmıştır. Bunların çoğu, Kur'ân-ı Kerîm'in baş taraflarında yer alan ve Medine'de nazil olmuş bulunan otuz civarındaki sûrede bulunmaktadır.(10)

b) Geliş şekli:
Bugün, geldiği gibi elimizde bulunan mushaf altı yüz sayfadır. Çoğu okur-yazar olmayan ilk müslümanlara Kur'ân-ı Kerîm toptan gelmiş olsa idi bundan iki önemli mahzur doğardı: a) Ezberlemek, öğrenmek ve olduğu gibi korumakta büyük güçlük çekerlerdi. b) Lâfzını öğrenip ezberlemeye yönelirler, mâna ve hükmü üzerine yeterince düşünme, inceleme ve uygulama imkânı bulamazlardı. Halbuki inananlara Kitâb, sevap kazanmak üzere dirilerine ve ölülerine okusunlar diye değil, onu hayatlarında rehber edinsinler, onunla yepyeni bir kimlik ve kişilik kazansınlar diye gönderilmişti. Bu sebeple -yukarıda işaret edildiği gibi- ya hâdise üzerine sorulan sorulara, yahut da zamanı geldiği için Allah'ın takdirine dayalı olarak bir, on, bazen daha fazla âyet gurupları halinde Hz. Peygamber'e geliyor, o da ümmetine, geldiği gibi tebliğ ediyor, gerektikçe açıklıyor ve uyguluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'in niçin toptan değil de parça parça geldiğini -müşriklerin buna itirazları vesilesiyle- yine Kur'ân'dan öğreniyoruz: "Küfre sapanlar 'Kur'ân bir gelişte toptan gelseydi ya' dediler; onu kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yaptık) ve onu (sana) ağır ağır okuduk" (el-Furkan: 25/32); "...Onu insanlara sindire sindire okuyasın diye parça parça gönderdik ve onu ağır ağır indirdik." (el-İsrâ: 17/106)
"Ondan önce sen (ey peygamber) ne bir kitabı okuyabilir, ne de elinle onu yazabilirdin. Böyle olsaydı haktan sapmış olanlar şüpheye kapılırlardı." (en-Nisâ: 4/176) meâlindeki âyet, Kur'ân-ı Kerîm'in, bir insandan okumamış bulunan "ümmî" Peygamber'e, Allah'tan geldiğini, beşerî bir kaynaktan alınmadığını ve yine çoğu eğitim öğretim görmemiş bir ümmete tebliğ edildiğini ifade etmekte, aynı zamanda Kitâb'ın toptan gelmeyişinin bir başka sebebine dikkat çekmektedir.

c) Kur'ân-ı Kerîm'in
yazılması ve kitaplaştırılması:
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh ile ilgili âyetler ve bu âyetlerin sayısız fıkıh bilgi ve hükmüne kaynaklık ettiği göz önüne alınırsa, Fıkh'ın ilk tedvininin (kitapta yazılı hale getirilişinin) de, Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'i vahyettiği gibi koruyacağını da vâdetmişti (el-Hicr: 15/9). Bu vâdini, Peygamberine aldırdığı şu tedbirlerle gerçekleştirdi: Vahiy gelince Peygamberimiz okuma yazma bilen sahâbîleri çağırır, yeni gelen âyetleri yazdırır, tashih etmek üzere okutur, sonra bunu erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu. O zamanda kâğıt mevcut olmadığı için yazmaya müsait her nesne kullanılmış, bu cümleden olarak kemik, taş, tabaklanmış deri, hurma dallarının orta damarı, porselen parçalarından istifade edilmiştir. Hicretten sekiz yıl önce Hz. Ömer'in müslüman olmasında etkili olan âyetler kızkardeşinin elinde yazılı bulunuyordu. Bu ve benzeri vesikalar yazmanın hemen ilk yıllarda başladığını göstermektedir. Kur'ân-ı Kerîm böylece baştan sona çeşitli malzemeler üzerine birden fazla nüsha olarak yazıldığı gibi, ayrıca parçalar halinde veya bütünü ile ezberlenmiştir. Her müslüman, günde beş vakit namazda Kur'ân'dan bir miktar okumak durumunda olduğu için ezberliyordu; ayrıca kabiliyetli kişiler onu baştan sona ezberlemiş bulunuyorlardı. Sahih rivayetlere göre her yıl ramazan ayında Cebrâil geliyor, Hz. Peygamber (s.a.) ona Kur'ân-ı Kerîm'in mevcut kısmını baştan sona okuyor, bu yol ile muhâfaza hususu kontrol edilmiş oluyordu. Peygamberimiz'in vefat edeceği yıl Cebrâîl iki kere okumasını istemiş, O da Kur'ân'ı baştan sona iki kere okumuştu. Bu esnada başta Zeyd b. Sâbit olmak üzere bası ashâbı da orada bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem'in dünya hayatı son bulduğunda Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı hem yazılmış, hem de birçok kişi tarafından ezberlenmiş durumda idi. Sûrelerin ve âyetlerin yerleri ve sıraları da bizzat Peygamberimiz tarafından bildirilmiş idi. Ebû-Bekir halîfe olup yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda birçok hâfız şehid düşünce, Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon kurdu ve çeşitli ellerde bulunan Kur'ân parçalarının bir araya getirilerek yeniden yazılmasını, bir kitap (mushaf) halinde toplanmasını istedi. Birden fazla nüsha ve hâfızanın kontrolü altında bütün Kur'ân tek kitap halinde yazıldı ve halifeye teslim edildi. Yazımda Kureyş lehcesi esas alınmıştı. İslâm dünyasına yayılmış bulunan ashâb ise Kur'ân'ı, çeşitli lehçelerden okuyorlardı. Bu durum bazı karışıklıklara sebebiyet verdiği için Hz. Osman'ın halîfeliği zamanında yine Zeyd b. Sâbit'in başkanlığındaki bir heyet ana nüshayı çoğalttı ve belli merkezlere birer nüsha gönderildi. Yazı ve lehçe bakımından bu nüshalara uymayan özel nüshalar ortadan kaldırıldı. İşaret etmek gerekir ki, burada söz konusu olan farklılıklar, aynı mânayı ifade eden ve çeşitli bölgelere ait bulunan az sayıda kelime farkından ibâret idi ve bu farklılığa, ümmete kolaylık olsun diye Hz. Peygamber örnek olmuş, izin vermişti. İslâm bölge farklarını zayıflatıp Kureyş lehçesi yaygın hale gelince, geçici olarak izin verilen lehçe farkları da ortadan kaldırılmış oldu.(11)

d) Bazı âyetlerin yürürlükten
kaldırılması (nesih):
Semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Allah'ın peygamberlere vahyettiği bilgi ve esaslara dayandığı, bu sebeple inanç, gerçekler ve genel prensiplerle ilgili bilgi ve hükümlerin değişmediği, bunların bütün semâvî dinlerde aynı mahiyette bulunduğu bilinmektedir. Fert ve toplum üzerinde dinin hedeflerini gerçekleştirmek için Allah tarafından konmuş ibâdetler, fert ve toplumun hayatını düzenleyen hüküm ve kaideler dinden dine değişebilir mi? Bu soruya da genellikle müsbet cevap verilmiş, mevsuk belgelere dayanılarak yapılan mukayeseler de bu vâkıayı isbat etmiştir. Allah'ın insan ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde "terakki kanunu" da vardır; buna göre birbirini takip eden nesiller, bir bayrak yarışında olduğu gibi ilim, sanat ve tekniği geliştirecek, icat ve keşiflerle zenginleştirecekler, bir vakte kadar medeniyet ve kültür -fıtrattan sapılmadığı takdirde- tekâmül edecektir. Bu gerçek karşısında ilahî dinlerin uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü bu dinleri gönderen de terakki kanununu koyan da tek kaynaktır; Allah'tır. İki din arasında uzunca bir zaman geçtiği için mezkür değişiklikler zarurî ve tabîî olmakla beraber, bir dinin başlangıç yıllarında, yeni sâlikler bu dine uyum sağlamaya çalışırken, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz ve vâki midir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Genel bir hükmün özelleştirilmesi, bazı kayıt ve sınırların getirilmesi (tahsis, takyid) gibi değişikliklerin cevazı genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine tamamen zıt iki hükmün bulunması ve ikincisinin birincisini yürürlükten kaldırması (nesh) ise sünnî çoğunluk tarafından caiz ve vaki görülmüş olmakla beraber bazı âlimler "nazarî olarak caizdir, fakat uygulamada böyle bir durum yoktur" tezini savunmuşlardır.(12)
Uygulamada neshin bulunduğunu benimseyen ulemâ, hükmü değiştirilen âyetlerin sayısı konusunda farklı sonuçlara varmışlardır. Tahsis, takyîd kabilinden olan değişiklikleri de nesih sayanlar sayıyı oldukça çoğaltmışlardır. Âyetin hükmünü tamamen ortadan kaldıran değişikliği nesih sayanlardan İbnu'l-Arabî, Süyûtî gibi araştırıcılar sayıyı yirmiye, Faslı Hacevî onikiye, Hindistanlı Şâh Veliyyullah beşe indirmişlerdir. Bu beş âyet üzerinde son iki âlimin görüşleri birleştirilince sayının daha da azaldığı görülmektedir.(13) Şöyle ki:
1- "İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer geride mal bırakıyorsa ana-babasına ve akrabasına vasıyet etmesi gereklidir." (Bakara: 2/180) meâlindeki âyeti, "Allah çocuklarınızın miras haklarını size şöylece bildirip emrediyor: Erkek, kadının aldığının iki mislini alacaktır..." (Nisâ: 4/11-12) meâlindeki âyet neshetmiştir. "Vârise vasıyet yoktur; yâni bir kimse ölüye zaten vâris oluyorsa buna ayrıca vasıyet yoluyla mal verilmez" meâlindeki hadîs ise nesheden âyete açıklık getirmektedir.
2- Cumhûra göre kocası ölen kadının koca evinde bir yıl oturma hakkı ve yükümlülüğü (Bakara: 2/240), bekleme müddetinin (iddetin) dört ay on gün olduğunu bildiren âyet (Bakara: 2/234) ile vasiyet ise miras âyeti ile kaldırılmıştır. Koca evinde iddet süresince kalma (süknâ) hakkı, böyle bir hakkın bulunmadığını bildiren hadîs (Buhârî, Tefsîr, 2/41; Talâk 41, 50) ile neshedilmiştir. Şah Veliyyullah'a göre nesih söz konusu olmadan şöyle bir formül ileri sürülebilir: Ölen kocanın daha önce böyle bir vasıyette bulunması farz değil, caiz veya müstehabdır, kadın ise bu vasiyete uyarak koca evinde kalmaya mecbur değildir, muhayyerdir (s. 24).
3- Diğer müelliflerle beraber Hacevî'ye göre "Ona güç yetirebilenler üzerine yoksulları doyuracak bir fidye gereklidir" (Bakara: 2/184) meâlindeki âyet, oruca gücü yetenlerin dilerlerse oruç tutmayıp her oruç için bir fidye (fitre miktarı bedel) verebileceklerini ifade etmektedir ve bu âyet "İçinizden Ramazan ayına ulaşan onda oruç tutsun" (Bakara: 2/185) emri ile neshedilmiştir. Şâh Veliyyullah'a göre "Ona güç yetirenler"den maksat fitre verme gücü bulunanlar" demektir ve âyet, oruç tutanların bir de fitre (fıtır sadakası) vermelerinin -imkâna bağlı olarak- gerekli olduğunu bildirmektedir. Burada nesih söz konusu değildir.
4- Müslümanların ona karşı bir de olsalar cihada devam etmeleri gerektiğini bildiren âyet, bu yükümlülüğü ikiye karşı bir şeklinde değiştiren âyet ile (Enfâl: 8/65-66) neshedilmiştir.
5- Belli bir sayı ve zamandan itibaren Hz. Peygambere evlenmeyi yasaklayan âyet (Ahzâb: 33/52) "Sana eşlerini helal kıldık..." (Ahzâb: 33/50) meâlindeki âyet ile neshedilmiştir. Bu konuda Şâh Veliyyullah farklı bir görüş zikretmediği halde Hacevî aksine görüşlerin bulunduğunu, bazılarının burada neshi kabul etmediklerini ileri sürmektedir.
6- Hz. Peygamber ile gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önce fukaraya sadaka vermesini isteyen âyet (Mücâdele: 58/12), bunu takip eden âyet tarafından neshedilmiştir.
7- Müzemmil sûresinin yirminci âyetinde, önce gece namazı farz kılınmış, sonra bu hüküm kaldırılmıştır. Hacevî burada da nesihden bahsetmenin uygun olmadığını, âyetin başında gece namazının, -Hz. Peygambere olduğu gibi- bütün mü'minlere farz kılındığına dair bir delâletin bulunmadığını ileri sürmektedir.
Bu tahlil ve tartışmalar da göstermektedir ki uygulamada, kelimenin tam mânasıyle bir nesih olayının bulunduğunu isbat etmek oldukça güç bulunmaktadır. Geriye kalan bir iki örneği de "önceki yanlış anlamayı düzeltme ve gerekli açıklamada bulunma" şeklinde yorumlamak mümkündür. Durum ne olursa olsun nesih, ancak Rasûlullah hayatta iken bahis mevzûu olan bir hadisedir. O'nun intikalinden sonra vahiy kesildiği için nesih ihtimali de ortadan kalkmıştır; çünkü Allah ve Rasûlü'nün koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir.

9. Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts. C. I, s. 8 (el-Bakara sûresinin tefsirinin başında).
10. el-Hacevî, age., C. I, s. 26.
11. Kur'an-ı Kerîm'in yazılması ve toplanması konusu hadîs, siyer, tarih kitapları yanında Süyûtî'nin el-İtkan'ı gibi Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde bulunmaktadır. Toplu bilgi için bak. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1-9; Taberî, Tefsîr, Mısır, 1321, C. I, s. 15-22; Prof. Dr. M. Hamîdullah, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi, çev. S. Mutlu, İst. 1965, s. 42-56.
12. Prof. Hamîdullah, age., s. 56.
13. Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C. I, s. 34 vd.; Şâh Veliyyullah, el-Fevzu'l-kebîr, s. 21 vd.
A- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USÛL
1. Hz. PEYGAMBER DEVRİ (Fıkhın Doğuşu)