1 - (Istılah) : Lügatte ittifak manasınadır. İlim lisanında «Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir lâfzı mânâyı lûgavîsinden çıkararak başka bir mânâda müttefikan istimal etmeleri» demektir. Meselâ: «İlim» lâfza, lügatte mutlaka bilmek manasınadır. Sonra: «Bir mevzua dair bir takım müdevven mesail ve kavaidin heyeti mecmuası» mânâsında kullanılmıştır. Binaenaleyh bu ikinci mânâ, bir ıstılahı mahsustan ibaret bulunmuştur.
Bir lâfzın lûgavî mânâsiyle ıstılahı mânâsı arasında ya münasebet bulunur veya bulunmaz. Münasebet bulunursa bu ıstılahı tâbire «menkul» denir, bulunmazsa «mürtecel» adı verilir.
Maahâzâ bir kaç manâda müstamel olup bilâhare ilk manâlarında istimali metruk bulunan, lâfızlara da «menkul» denir. Bu halde nâkil, ya seri şerif olur, ya örfü âm olur veya Örfü hâs olur. Birincisine (menkulü şer'î) denir. Nitekim. «salât» lâfzı lügatte dua mânâsına iken bilâhare şer'i şerif tarafından duayı cami olan «erkanı malûme ve ef ali mahsuse) mânâsına nakledilmiştir. İkincisine: (menkulü örfü) denir. Nitekim «dabbe» lâfzı, esasen yeryüzünde yürüyen her zî-hayata itlak olunurken bilâhare âmme tarafından dört ayaklı zîhayat mahlûka-ta itlak olunmuştur. Üçüncüsüne de: (menkulü ıstılahı) denir. İşte fukahanın, üdebanın, vesair ulûm ve fünun veya sanayi erbabının kullandıkları bir takım tâbirler, bu menkulü ıstılahı cümlesindendir.
2 - (Hak): Bu tâbir, birçok mânâları ifade eder ve muhtelif itibarlar ile müteaddit şeylere ıtlak olunur. Bunların bir kısmı, şunlardır:
«Hak; esasen mutabakat ve muvafakat demek olup bir şeyi muktezayi hik-yan şey demektir. Allah Tealâ Hazretlerinin vücudu sabit, rübubiyyeti mütehak-kık olduğu cihetle esmai celîlesinden biri de «Hak»tır.
«Hak; esasen mutabakat ve muvafakat dernek olup bir şeyi muktezayi hikmete göre icat eden zata ve muktezayi hikmete göre yaradı İm iş olan herhangi bir şeye ıtlak olunur. Bu cihetle Allah Tealâ'ya «Hak» denildiği gibi Allah Te-alâ"mn her fiiline de «Hak» denilir.
«Hak; İslâm, Kur'an, vahyi ilahî, hikmet, nusret, saadet, te'yit, emri azîm, garezi sahih mânâlarında müstameldir.
«Hak; sübut, tevafuk, tahakkuku vücut demektir. Ezhan il ayan, enfüs ile âfak, ilm ile malûm arasındaki muvafakat ve mutabakat ile ifade olunur. Ekva-le, akaide, edyan ve mezahibe vasf olup sıdk ve sayap makamında kullanılır. Şu kadar ki, ezhanın ayana, diğer tâbir ile hükmün vakıa, itikadın harice, tevafukuna «sıdk» denildiği hâlde ayanın ezhana, vakan hükme, haricin = nefsülem-rin itikada mutabakatına da «Hak» denilmekte ve sıdk tâbiri, bilhassa akvalde şayi bulunmaktadır. Hak itikat, sadık = doğru söz denilmesi gibi.
«Hak; hikmet muktezasına göre vukubulan hüküm mânâsına gelir. «Bu karar haktır» denilmesi.gibi.
«Hak; hal ve fasl edilmiş, hükmü verilmiş olan herhangi bir işe denir. «Emri Hak» denilir ki, kazaya iktiran etmiş hâdise demektir.
«Hak; adalet mânâsma gelir. «Hak yerini buldu» denilmesi gibi. Bu cihetle adalet sahiplerine «ehli hak» denir. Bu mânâda «hakkaniyet» tâbiri de müstameldir.
«Hak; vacip ve lâzım olmak mânâsına gelir. «Şöyle yapılması bir haktır» denilir ki, bir vecibedir demek olur.
«Hak; bir şeyi sabit, vacip kılmak mânasına gelir. «Filân dâvasını hak etti» denilmesi gibi.
«Hak; mal ve mülke itlak olunur. «Şu filânın hakkıdır» denilmesi gibi. «Hak; bir kimseye nâfi, ondan zararı dâfi olan şey mânâsına gelir.
«Hak; bir akarın merafıkma, meselâ; bir hanenin tevabimden olup ondan ayrılamayacak olan şeye itlak olunur. Hakkı tarik, hakkı mesil gibi.
«Hak; bir kimseye muhtes olan mânevi bir kudrettir ki, bununla tasarruf salâhiyetini veya malikiyet vasfını haiz olur. Başka bir tâbir ile Hak; bir iktidarı seridir ki, insanlar bununla bazı. şeyleri icra ve mütaîebeye salahivettar olurlar. Cem'i: Hukuktur. Bu haklardan bahseden ilme de «İlmi hukuk» denilir.
«Hak maddesinden alınmış bîr takım tâbirler de vardır ki, başlıcalân aşağıda gösterilmiştir.:
3- Tahkik: Bir şeyin hakikatine muttali olup yakinen idrak eylemek demektir. «Şu meseleyi tahkik ettim» denilmesi gibi.
4- Tahakkuk: Bir şeyin sıhhatinin tebeyyün etmesi, mahiyetinin olduğu gibi anlaşılması demektir. «Şu haber tahakkuk etti» denilmesi gibi.
5- Muhik: Metin, rasin, sabit olan şey demektir. «Muhik söz, dâvayı muhikka» denilmesi gibi.
6- (Hakikat) : Bir şeyin zatı, mahiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sabit olan ve mahallinde müstakir bulunan şeye de itlak olunur. Istılahta: esasen vaz'edilmiş olduğu mânâda istimal olunup başka bir mânâya nakledilmemiş bulunan söz demektir. Mukabili mecazdır. Meselâ: «salât» lâfzı lügat bakımından dua mânâsında hakikattir, namaz mânâsında mecazdır. Bilâkis vaz'ı şer'î bakımından bu lâfız, dua mânâsında mecaz, namaz mânâsında hakikattir.
7- (İhkakı hak) : Bir şeyin hak olduğunu deliiierile ispat veya bir şeyin hak olduğuna hükmetmek demektir. İhkakı hak, ya edilie ve âyâtm izhar edil-mesile veya ahkâmı şer'iyenin ikmali suietile tecelli eder.
8- (İstihkak) : Bir hakkın talep edilmesi ve bir şeyin bir şahsa ait bir hak olduğunun zuhuru mânâsına gelir.
İstihkak, İki kısmıdır. Biri, «istihkakı mubtil» dir ki, mülkü bilkülliye iptal eder. Bir şahsın hürriyete nailiyeti gibi ki, onun üzerinde başkalarının maliki-yet hakkını mübtil bulunur. Diğeri, «istihkakı nâkil» dir ki, bir mülkü bir şahıstan diğer bir şahsa nakleder. Alım satım muamelesi neticesindeki istihkak gibi.
9 -(Fıkıh) : Lügatte bilmek, anlamak, bir şeyi iz'an ile, fetanetle şuurlu bir halde idrak etmek, bir şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı bir şeyin hakikî -tine nazarı infaz edebilmek, kendisine hüküm taallûk eden hafî bir mânâya muttali olmak gibi mânâları ifade eder.
Istılahta fıkıh; «insanın amel cihetile lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri bir meleke halinde bilmesi» demektir. Diğer bir tarife göre fıkıh: «amelivata, yâni: ibadât, ukubat ve muamelâta müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile bilmek» den ibarettir.
Bu iki tarif, binnetice müttehittir. Demek ki, fıkıh, ameliyata müteallik ahkâmı şeı'yeyi edillei tafsiliyesile bilip kavramaktır. O halde bu ahkâmı böylece bilmeğe; (İfekahet) ve bu ahkâmı böylece bilen zata da: (fakih) de-nir. Cemk'fu-kahadır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de (tefekkuh) denilir.
Bu halde ilmi fıkıhda :«ameliyata müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile bildiren bir ilim» den ibaret olmuş olur. Maahaza ilmi fıkıh: «ibadâta, muamelât ve ııkubata müteallik şer'î mesailin heyeti mecmuası» diye de tarif olunabilir.
İmamı Âzam Hazretleri fıkhı: «Marifetünnefsi maîehn ve ma aleyha = insanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir» diye tarif etmiştir. Bu tarife nazaran fıkha itikadiyat ve ahlâk mesaili de dahil bulunmaktadır. Şu kadar var ki, bu mesail, gide gide pek ziyade tevessü ve inkişaf etmiş, mevzuları başka başka bulunmuş olmakla fıkhın tarifine«min cihetil amel = amel cihetüe» kaydı ilâve edilerek fıkhın daire i şümulünden itikadat ile ahlâkiyat hariç bırakılmıştır. Binaenaleyh bugün ilmi fıkıh, ilmi kelâm ile ilmi ahlâk birer müstakil ilim halinde bulunmaktadır.
10 -(Seri' = Şeriat) : Esasen seri", şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol manasınadır. Bilâhare «ahkâmı diniye» ye ıtlak olunmuştur. Çünkü dinî hükümler de insanları içtimaî ve manevî hayatın mâbihilkıyarm olan bir feyiz ve itilâya yetiştirecek ilâhî bir tariktir.
«Şer'i lâfzı, izhar ve beyan mânâlarım da ifade eder, şeriat vaz'etmek mânâsında da müstameldir. Maahaza şeriat tâbirine müradif olarak da istimal olunur. ;
«Şeriat, lisanı dinde: «Cenabı Hakkın kulları için vaz'etmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmm heyeti mecmuasıdır.» Bu itibarla şeriat; din ile müradif olup ıem «ahkâmı asliye» denilen itikadiyatı, hem de «ahkâmı fer'iyei ameliye» denilen ibadet, ahlâk ve muamelâtı ihtiva eder.
Maamafih «şeriat» tâbirinin yalnız ahkâmı fer'iyeye itlakı daha şâyidir.
'em'i: şeraî'dir. Velhâsıl: şeriat, umumî mânâsına nazaran: «Bir peygamberi zî-
şan tarafından tebliğ edilmiş olan kanunu ilâhî» demektir. Bu kanunun asıl vazıı
olan Cenabı Hakka; CŞarii Mübîn) denir. Bu kanunu insanlara tebliğ etmiş olan
peygambere de (Şârî) unvanı verilir.
Bu halde (ahkâmı şer'iye) denilince bundan kanunu ilâhî hükümleri mânâsını anlamak lâzımdır ve bununla asıl Kur'ana, hadise, icmaa sarahaten müstenit olan hükümler kasdedilmiş olur. İslâm müçtehitlerinin kıyas ve içtihat lari-kile istinbat ettikleri hükümler ise (ahkâmı fıkhiye), (mesaili fer'iyei ameliye) namile yad olunur. Şu kadar var ki bunlara da şer'î esaslara istinat ettikleri ci-tctle ahkâmı şer'iye ıtlak olunmaktadır.
Demek ki, ahkâmı fıkhiye ,mesaili fıkhiye, esasen fiiruata ait, içtihada müs-tenid hükümlerden, meselelerden ibaret ise de bu tâbirler, hem nass ve icmaa müstenit şer'î ahkâm ve mesaile, hem de içtihat ve kıyasa müstenit hükümlere, meselelere şâmil, umumî bir unvan olarak istimal edilmektedir.
11 -(Usul) : Aslın cem'idİr. Asıl, maddî veya manevî olan temel, esas, istinatgah demektir. Racih, delil, kaide mânâlarında da müstameldir.
12 -(ilmi usulü fıkıh) : Fıkhî bilgilerin esası, istinatgahı olan bir ilimdir ki, şer'î hükümlerin mufassal, muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dinî hükümler, bu muayyen, müşahhas deliller vasıtasile istinbat ve ispat olunur. Buna bir: «Hikmeti teşriiye ilmi» de denilmiştir.
13 -(Kaide) : Bir kat'î ve külli hükümdür ki, bir çok cüz'iyyat kendisine muntabık olur. Cem'i: kavaittir. Meselâ «Kelâmda aslolan mânâyı hakikattir» sözü, bir kaidei külliyedir. Biz birçok sözleri bu kaideye tatbik ederek onların hakikî mânâlarına göre hükmederiz.
14 -(jMes'ete) : Bir külli kaziyedir ki, kendisine bir takım cüz'iyyat muntabık olur. Meselâ: «Şartlarını cami olan bir vakıf lüzum ifade eder» denilse bu: «şeraitini cami olan her vakıf lüzum ifade eder» tarzunda bir mesele olur ki, bu, bir kaziyyei külliyedir. Buna tatbikan Zeyd'in, Amr'in vesairenin şartlan dairesinde yapacakları vakfın da lüzum ifade edeceği anlaşılmış olur. «Bey'i caizdir, icare meşrudur, hibe mendûbdur» gibi sözler de böyle kaziyyei külliye mahiyetinde birer meseledir.
15 -(Delil) : Bir şeydir ki, kendisine sahih bir nazar sayesinde bir mat-lûbi haberîye vukuf mümkün olur. Meselâ: emanetleri sahiplerine iade ötmek dînen lâzım mıdır?. Suali, bir matlûbi harebîyi hâvidi âyeti kerimesi de bu hususta bir delildir. Bu delile güzelce bakınca emanetlerin sahiplerine iadeleri lüzumuna muttali oluruz. Delilin cem'i: edilledir. Deliller, edillei şer'iye ve edillei akliye kısımarına ayrılır. Edillei erbea, kitap ile sünnetten ve icmaı ümmet ile kıyası fukahadan ibarettir.
16 -(İstidlal) : Delile nazar etmektir. Eserden müessire veya bilâkis müessirden esere zihnin intikaline de istidlal denir. Güneşin yer yüzündeki ziyasından güneşin doğmuş olduğunu anlamak gibi.
17 -(Hüccet) : Kat'î olsun olmasın mutlaka delil manasınadır. Senetlere, vesikalara, mahkemelerden verilen bir kısım ilâmlara da «hüccet» denilir.
18 -(Burhan) : Kat'î olan delil demektir. Mukaddimatı yakiniyeden müteşekkil, şartlarım cami olan bir kiyasî mantıkîdir ki, netice hakkında ilmi yaJun ifade eder.
19 -(Beyyine) : Delil, şahit, bir dâvayı ispat için ibraz edilen hüccet, vesika manasınadır. Adaletli kimseîe^n şahadetlerine «beyyinei âdile» denilir.
20-(Emare) : Alâmet, nişan, eser demektir. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi zannî olan kıyastır ki, netice hakkında bir zannî bilgi ifade eder.
21 -(Kitab) : Lügatte mektup, yani yazılmış şey demektir. Fukahaca: «bir lakım baplardan, fasıllardan müteşekkil ,'fıkhî meseleleri muhtevi yazıların heyeti mecmuasıdır.» Usuliyyûna göre de kitab, «Kur'ani mübindir ki, Hâtemülen-biya Efendimiz Hazretlerine tarafı İlahîden Cibrili Emin vasıtasile vahyü inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazmı celilden ibaret bulunan âyatı Kur'aniyyenin heyeti mecmuasıdır.»
22 -(Sünnet) : Lügatte âdet, tarikat demektir. Fıkıhta: «Resulü Ekrem (sallâltehü aleyhi vesellem) efendimiz tarafından farz ve vacip olmaksızın bazan terk edilmek üzere iltizam buyurulmuş olan herhangi bir fiil. ye harekettir. Bu fiil ve hareket, ibadet kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü efheme mahsus adeti seniye kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü efheme mahsus adeti seniye kabilinden ise «Sünneti zevait» adını alır.
Usul i sulanınca sünnet ise Nebiyyi Zîsan Hazretlerinden sudur eden sözler ile kasdi fiillerden ve takrirlerden herhangi biridir.
Resulü Ekrem'in mübarek sözlerine «Sünneti kavliye». fiillerine «Sünneti filiye» yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip red ve inkâr buyurmamas: da bir «Sünneti takririye» dir ki, o şeyin cevazına delâlet eder. Sünnetin cenfi: sünen'dir.
23 -(İcma) : Lügatte ittifak, kasd, manasınadır. Istalahta: «Bir asırda bulunan İslâm müçtehitlerinin bir hükmü şer'i üzerine ittifak etmeleridir. Buna «îcmai ümmet» denir. Bir hükmi aklî üzerine ittifaka ve bilinmesi yalnız sarih nakle müstenit olan şeyler hakkındaki ittifaka icma adı verilmez. Âlemin hudu-suna, kıyametin vukuuna ait ittifaklar gibi. Avamı nasm bir şey hakkındaki ittifakları da icma sayılmaz.
24 -(Kıyası fukaha) : Bîr şeyde sabit olan hükmün mislini o hükmün illeti i çt ih adi ye sin i haiz olduğu cihetle-diğer bir şeydede bir rey ve içtihat neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday iie satılamaz. Bu, asıldır. Bunun içtihaden illeti ise keyliyct ile cinsiyettir. Bu illet ise pirinçte, darıda da vardır. Bu da fer idir. Binaenaleyh buğdaya kıyas ile pirincin de, darının da ribevi mallardan olduğuna rey ile hükmedilir ki bu. bir kıyas meselesidir.
Kıyasta asla «Makısüri aleyh», fer a da «makis» denir.
Kıyası fukaha. cüz'îden cüziye istidlal tariki olduğundan mantıktaki temsil kabilinden sayılabilir.
25 -(İlleti kıyas) : Hükmü şer'îsi nas ile sabit olan bir şeyin müştcmil olduğu vasıflardan olup bu hükmü şer'îyc içtihaden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir.
Meselâ: Bir küe arpa yine bir kile arpa mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Bu bir ribadır, haramdır. Bu haram hükmünün İlleti içtihadiyesi, arpadaki cinsiyet ile keyliyet vasıflandır. Artık buna kıyasen bir kile darının da bir kile dan mukabilinde veresiye olarak satılmasının hürmetine kail oluruz. Çünkü arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, darıda da mevcuttur. İşte bunlar bu iliete müşterek olduklarından aynı hükme tâbi bulunurlar. Bu halde arpa asıi, darı da feri olmuş olur.
«Alelıtlak» «İllet» lügatte tağyir edici şsy manasınadır. Fukahaca illet: «Bİc hükmün sübutu ilk evvel kendisine m'sbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Akdi beyi', müşteri için mülkiyetin sübutuna illettir.
26 -(İçtihat) : Fer'iyyata, yani ibadet ve muamelata müteallik bir hükmü şer'îyi delilinden istinbat = çekip çıkarmak için tam takati sarfetmektir. Bu gibi fer't hükümleri delillerinden istinbat eden zata da «müçtehit» denir. Ahkâmı asliyede, yani: itikat meselelerinde içtihat carî değildir. Onlar kat'iyyattandır.
27 -(îstihsan) : Usuliyyun ıstilahinca: «Kıyası hafi demektir ki, bu kıyasın illetine, tarikine müçtehitlerin fehimlerı çabukça nüfuz etmeyip bu hususta ziyade tetkike, tâmika muhtaç olurlar. Fıkıh ıstilahmca ise istihsali, kıyası ce-lîye mukabil ve muarız olan herhangi bir debidir ki, kıyası hafiden elâmdır. Meselâ: fıkıhta, bazı hükümler, kıyası celiye muhalif görüldüğü halde hadis veya icma gibi bir delil ile- sabit olur da «bu hüküm, istihsanen sabittir» denilir.
28 -(îsüshab) : Mazide sabit olan bir şeyin —tebeddül ettiği bilinmemekle-hâlen de sabit, baki olduğuna kail olmaktan İbarettir. Meselâ: On sene evvel hayatta olduğunu bildiğimiz bir kimsenin vefatı hakkında bir bilgi bulunmayınca bugün de berhayat olduğuna kail oluruz ki, bu bir istishap meselesidir.
29 -(İstidlal biademilmedarik) : Varlığına delil bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve inkâr etmektir ki, doğru bir istidlal tarzı değildir. Çünkü delilin yokluğundan medlulün yokluğu lâzım gelmez.
30 -(Taklit) : Başkasının ef al ve harekâtına ittiba etmektir. Istılahata taklit «Bir zata ittibam vücudu için bir delil olmadığı halde mücerret muhik olduğuna itikat ile intisap ve ittiba etmekten ibarettir. Meselâ: Muayyen bir müç-tehide ittibam vticubu için bir delil yoktur. Fakat efradı ümmet, içtihada bihakkın muvaffak olan ulemayı islâmiyeden herhangi birine içtihadında muhik görerek tâbi olabilir ki, bu, bir meşru taklitten ibarettir.
31 -(Örf) : Akılların şahadetile iştihar edip tab'an kabul edilen herhangi müstahsen şeydir. Her tarafta carî, vazu gayri muayyen olursa «örfü âm», bir mahalle mahsus, bir taifai muayyeneye ait bulunursa «Örfü hâs» adını alır.
32 -(Âdet) : Nefislerde raüstakir, selim tabiatle-rce makbul olan müteker-rir umurdan ibarettir, örf ile müteradif gibidir. Âdete «teamül» de denir.
33 -(Hikmet) : Faide, maslahat, garez, illeti gaiye .eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve muktezasına göre harckeı etmek mânâlarında müstameldir. Cem'i: hikemdj-.
Bir mesele hakkındaki hükmü şer'î iie istihdaf edilen maddi, mânevi faidc, maslahatı âmme, menafü İçtimaiye o hükmün hikemi şeriyesindendir. Bunlara «hikmeti teşriiye» denir.
34 -(Maslahat) : Bir işin salâhına, hayriyetine, bâis ve saik olan şeydir. Dinî vi dünyevi kısımlara ve saireye ayrılır. Mukabili «mrfsedet»dir.
35 -(Maslahatı diniyje) : Zihnî hurafelerden, bâtıl fikirlerden tecrit etmek, fikri tenmiye. nefsi tezkiye, ahlâkı tehzip \'z terbiye ederek ruhu güzel itikatlar ile, güzel ameller ile tezyin ve tekmil eylemektir. Bu gayelere hadim olan her şeyde maslahatı diniyye mündemiçtir.
36 -(Maslahatı dünyeviyye) : Dünyevî işlerin İntizamını temine hadim, 1 bir takım muzir şeylerin meydana gelmesine mâni, içtimaî hayatın refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şeydir.
37 -(Maslahatı zaruriye) : Nefsi, dini, aklı, nesü, ve malı siyanete hadim herhangi bir şeydir.
Meselâ: Münakehat, nesli vikaye, cihat da dini himaye maslahatına mebnî meşru bulunmuştur. Müskiratın "hürmeti de aklı. malı. şerefi muhafaza gibi maslahatlara müstenit bulunmuştur.
38 -(Maslahatı hâcibe) : Nâsm zaruret derecesine baliğ olmayan ihtiyaç-larile ilgili oian herhangi bir maslahattır ki, bunun fıkdanı halinde cemiyetin hayatında müzayaka, meşakkat yüz gösterir. Müzarea, selem, istisna, beyibilvefa gibi muamelelerin meşruiyeti bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.
39-(Maslahatı tahsiniye) : Bir zaruret veya hacetten dolayı değil, mücerret evlfı olanı ihtiyar, insanın kadrini ilâ kabilinden olan maslahattır. Bazı haşaratın ve tab"i insanînin nefret edeceği habaisten sayılan şeylsrin haram obuası, bu maslahata müstenittir.
40 -(Maslahatı mürsele) : Şer'i şerif tarafından itibar edildiği de, itibar edilmeyip iptal ve ilga edildiği de bilinmsyen, meskûtün anh bırakılmış olan maslahattır kî. bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir. Sirksı gibi bir cürümle müttehem olan bir kimsenin cürmünü ikrar etmesi için hapis veya darp ile sıkıştırılması gibi. İmam Mâlik Hazretleri, bu maslahatı mürsele ile ame-1 etmiştir.
41 -(Maslahatı mutebere) : Bir hükmü vaz ve ispat hususunda şer'i şerifin itibar ettiği illet ve maslahattır.Kumann, müskiratın memnüiyeti bu maslahatla ilgilidir.
42 -(Maslahatı merdûde) : Şefi şerifin iptal va ilga ettiği maslahattır. Meselâ: riba ve müskirat nassen haramdır. Artık para kazanmak maslahatına mebni bunları irtikâp etmek asîâ tecviz edilemez. Böyle bir maslahat, merduttur, bunun zararı kârından ziyadedir.
43 - (Mantuk) : Bir lâfzm nutuk mahallinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şeydir. Meselâ: «Şu kitabı satın aldım» denilse bu lâfzın mantuku o kitabın satın alınmış olmasıdır.
44 -(Mefhum) : Bir lâfzın nutuk mahallinde olmaksızın üzerine delâlel ettiği şeydir. Meselâ: Bir kimse: «Şu kitabımı sattım» dese bu söz o kitapta ma-likiyel hakkının o kimseden zevaline delâlet eder ki, bu bir mefhumdur.
Mefhumlar, mefhumu mutabakat ile mefhumu muhalefet kısımlarına ayrılır
45 -(Mefhumu mutabakat) : Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin mantuk olan şeye ispat veya nefi itibarile muvafık olmasrdır ki, buna delâleti nas fehvayı hitap, lahni hitap dahi denir. Meselâ: «Anana babana öf detme» mantı; kuna, «onlara darp ve şetm etme» meskûtün anhi tamamen mutabıktır. Bir menhiyyün anh olduğu gibi diğeri de menhiyyün anhlir.
46 -(Mefhumu muhalefet) : Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin mantuk ve mezkûr olan şeye ispat ve nefyİ itibariyle hükmen muhalif olmasıdır k? buna «delili hitap», «tahsisüşşey bizzikr» de denilir. Mefhumu lâkap ve sairs adiie —aşağıda yazıldığı üzere-sekiz kısma ayrılır.
47 -(Mefhumu lâkap) : Bir ismi cinsinin veya ismi şahsînin hükmüni bunların mütenavil olmadığı şeylerden, kimselerden nefi demektir. Meselâ: «Bı mal, erkeklere veya Zeyd'e helâldir» denilse bu malın kadınlara ve Zeyd'dei başkasına helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur.
48 -(Mefhumu sıfat) : Bir vasf ile tahsis ve takyit edilen bir şey hakkın daki hükmün o vasf iie muttasif ve mukayyei olmayan şeylerden nefyedilmesidir
Meselâ: «Baliğ ve âkil insanlar beyi ve seraya ehildir.» denüse bulûğ vı akı! vasfını haiz olmayan insanların, beyi ve seraya ehil olmadıkları anlaşılır.
49 -(MeÜıumi şart) : Bir şarta talik eüilen bir hükmü, o şartın bulun maması halinde nefyetmek demektir. «Bu kitabı gelirse filân zata ver» denilme si gibi.
50 -(Mefhumu gaye) : Bir gaye ile, bir had ile mukayyed ve muallâk olaj bir hükmü o gayenin mâbadinde mefkut"telâkki etmektir. Meselâ: Güneş gurul edinceye kadar orç tutunuz» denilse orucun vücubu güneşin gaybubetine ka dar devam eder, ondan sonraya şâmil olmaz, denilmiş olur. Ve bir mal bir kim seve bir ay müddetle ariyet veriimiş olsa bu ariyet hükmü, o aydan sonra çere /an etmez. Bu mefhuma «mantukı işaret» denilir ve bunun ulema arasında mut tefekun aleyh bir mefhum olduğuna kail olanlar da vardır.
51 -(Mefhumi isüsna) : Müstesnaya verilen hükmün başkalarına şâm olmadığına delâletten ibarettir. Meselâ: «Lâ fadıle illâ Zeyd - Zeyd'den başk fazıl yoktur» denilse fazıl vasfı Zeyd'den başkasından nefi ile yalnız Zeyde ^ pat edilmiş olur.
52 -{Mefhumı İnnema) : İnnema = ancak edatı ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü mâadasından nefiy ed[vermektir. Meselâ: «innemelâmalü bin-niyat -= ameller ancak niyetlere göredir» denilince amellerin hükmü, herhalde niyete bağlı olduğu ve niyetsiz bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anlatılmış olur.
53 -(Mefhumu adet) : Bir adede tahsis edilen hükmün başka adetlerden müntefi olduğuna delâletten ibarettir. Meselâ: «Kadınların adetleri için üç kuru' = hayız veya tuhur» diye bir adet tahsis edilmiş, olduğundan adetin iki kuru ile tamam olmayacağı ve adet için dört kuru da icap etmiyeceği müntehim olmuştur.
5i -(Mefhumu hasr) : j5ir hükmün yalnız bir şeye veya bir şahsa kasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ: «Elfâzılü Zeydiin = fâzıl Zeyd'dir» denilse fazl vasfı yalnız Zeyd'e tahsis edilmiş olur. Mefhumlar ile istidlal caiz olup olmadığına dair İleride malûmat verilecektir.
55 -(Tahriç) : Lügatte çıkarmak manasınadır. Istalahta: «Müçtehitlerin istinat ettikleri nâslara, kaidelere, asıllara tatbİkan şer'î hükümleri istihraç etmektir. Şöyle ki: Bir mezhebi fıkhîye tâbi olup o mezhep imamının istinat ettiği nâslara ve ilel ve esbaba muttali olarak o mezhepte tasrih edilmemiş olan. herhangi bir meselenin hükmünü o mezhep dairesinde istihraç ve tâyin eden zata «muhafriç, sahibi tahriç» denildiği gibi bu istihraca da «tahriç» denilir.
56 -(Lâfzı hâs) : Bir mânâya münferiden —başlı başına-vaz'olunan lâfızdır. Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.
57 -(Lâfzı âm) : Gayri mahsur, yâni: Sayısız müsemmalan İhata eden ve aynı cinsten birçok fertlere birden delâlet eyleyen lâfızdır. Kavm, cemaat, rical, nisa' lâfızları gibi.
58 -(Lâfzı müşterek) : İki veya daha ziyade mânâya -birinden diğerine nakil suretile olmaksızın -başka başka vazedilmiş lâfızdır. «Ayrı» lâfzı gibi ki, hem göz, hem de altın, mahiyet gibi mânâlara mevzudur.
59 -{Lâfzı mutlak) : Şümulsüz, tayinsiz olarak cinsinde şayi olan lâfızdır ki, hâssın efradındandır. Meselâ: «üç gün» denilse bundan îâalettayin üç gün kasdedilmiş olur. «Bir kitap okudum» denilse bundan kitap cinsinden Îâalettayin bir kitap okunduğu ifade edilmiş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lâfızdır.
60 -(Lâfzı mukayyet) : Bir kayıd ile, bir veçhile şüyudan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lâfızdır. Meselâ: «muttasıl üç gün, fıkıhtan bir kitap» denilse bunlar, birer mukayyet İâfız bulunmuş olur.
61 -(Müştereki manevî) : Müteaddit mânâları müştemil olan bir mânâyı külliye bir vaz' ile mevzu olan lâfızdır. «Hayvan, ağaç» lâfızları gibi ki, her zâ-hayata, her çeşit ağaca şâmildir.
62 - (Müevvel): Delâlet ettiği müteaddit mânâlardan, vecihlerden bazıları e 11 zonnî ile, reyi galip ile tereccüh eden müşterek lâfızdır. Meselâ: Kur1 lâfzı, hayz Us tuhr beyninde müşterektir. Bundan tuhr veya hayz mânâsı tercih edilirse bu, bir müevvel lâfz olmuş olur.
63 - (Lâfzı menkul) : Mevzuu lehinin gayri bir mânâda bir münasebet ve
alâkaya mebni istimali galip olup bilâ karine anlaşılan lâfızdır. Istılah kelimesine müracaat!..
64 - (Mürteccl) : Mevzuu lehinin gayrisinde bir alâka bulunmaksızın sahih bir istimal ile müstamel olan lâfızdır. Meselâ: «Süreyya» lâfzı, muayyen bir yıldızın adı olup herhangi bir şahsa ad olarak istimal edilir. Bunların arasında ise bir alâka yoktur.
65 - (Cemi miine&ker) : Gayri mahsur çokluğa bir vaz' ile bilâ şümul
mevzu olan lâfızdır ki, üç ve üçten ziyadeye deJâİet eder. Rical, nisa lâfızları gibi.
66 - (Zahir) : Mücerret ibaresi işitilmekte mânâsı bilinen, yani: Söyleyenin maksadı, düşünülmeye muhtaç olmadan anlaşılan sözdür. Meselâ: «alış veriş halâldır» sözü zahirdir,
67 -(Nas) : Söyleyenin cihetinden ileri gelen bir sebeple mânâsı, zahirden daha açık olan lâfızdır. Meselâ: ilmin şeref ve faziletini bildirmek isteyen bir zat, «Bilenler ile bilmeyenler müsavi olurlar mı?» dese bu söz, bilmek ile bilmemek arasındaki farkı ifade hususunda nas olmuş olur.
Te'vile ihtimali olmayan söze, delile de nas denir.
68 -(Müfesser) : Beyanı tefsir veya beyanı takrir sebebile mânâsı nas' dan daha vazıh olan sözdür ki, nesihten başka bir şeye ihtimali bulunmaz. Meselâ: «Seni azat ettim» sözü bir nasdir. «Seni nkkiyyetten azat edip hürriyete kavuşturdum» sözü de müfesserdir.
69 -(Muhkem) : Müiesserden daha kuvvetli olan sözdür ki, nesha da ihtimal yoktur. Meselâ: «Bir kimseye kayın validesi ebediyen haramdır, cihad kıyamete kadar devam edecektir» sözleri, birer muhkemdir ki, bunlarda nesih carî oîamaz.
70 -(Halı) : Sigasmdan dolayı değil, bir arızadan dolayı mânâsı kapalı kalan lâfızdır. Meselâ «Sânk» lâfzı tarrar ile nebbaşe nazaran hafidir. Yankesici, kefen soyucu da hırsızdır. Fakat bunlar, başka birer isim%i]e yad olundukları için sarık = hırsız tâbirinin bunlara ıtlakı hafî bulunmuştur.
71 -(Miişkıl) : Mânâsı, kendisinden ne murad edildiği, teemmülsüz bilinemeyecek derecede kapalı olan lâfızdır ki, bu kapalı olmak, ya mânâsındaki incelikten, derinlikten veya kendisindeki bir istiarei bediiyeden ileri gelmiş bulunur.
Meselâ: Gusulde «tetahhur» ile memuruz. Bu tetahhur. ağzın içine de şâmil midir?. Bunda işkâl vardır. Teemmül neticesinde anlaşılıyor ki ağzın içine de şâmildir.
KezaUk: «Gümüşten şişe bardaklar» tâbirinde bir işkâl vardır. Bir bardak, şişeden olunca artık nasıl gümüşten olabilir?. Düşünce neticesinde anlıyoruz ki. bunda bediî bir istiare var, bununla bardağın gümüş kadar beyaz, sırça kadar da şeffaf olduğuna işaret edilmiş oluyor.
72 -(Mücmel) : Mânâsı anlatılamayacak derecede kapalı olup anlaşılması ancak söyleyen tarafından bir beyan ilâvesine mütevakkıf bulunan lâfızdır. İstimali az olduğu cihetle garaipten sayılan lâfızlar ve müteaddit mânâlara vazedilmiş olan lâfızlar ve kendisile söyleyenin ne kasdettiği anlaşılmayan lâfızlar, bu kabildendir.
Meselâ, hırsı çok, sabrı az kimse mânâsına olan «helû'» lâfzı, garaipten olmakla mücmeldir. Rİba lâfzı da bu cümledendir.
73 -(Müteşabih) : Efradı ümmet için kendisile ne murad edildiğini anlamak ümidi munkati olan lâfızdır. Bazı mübarek sûrelerin evvellerindeki Elif Lâm Mim, Tâhâ gibi hurufı mukattaa «Yedullâh, Vechullah» gibi tâbirler bu cümledendir.
74 -(Mecaz) : Aralarındaki bir münasebet ve alâkadan dolayı vaz'edil-miş olduğu mânâdan başka bir mânâda müstamel olan lâfızdır. Meselâ: Vasiyet lâfzının irs, hibe, sadaka mânâsında istimali mecazdır. Rakabenin bütün beden mânâsında kullanılması da bu kabildendir. Mukabili hakikattir.
75 -(Sarih) : Hakikat olsun mecaz olsun kendisinden ne kasd edildiği apâşikâr anlaşılan lâfızdır. «Şu malı sattım, şu eve ayak basmam» sözleri gibi.
76 -(Kinaye) : Hakikat olsun mecaz olsun kendisile ne kasdedildiği kapalı olan lâfızdır. İstimali mehcur, metruk olan hakikatler birer kinaye olduğu gibi daha mütearef olmayan mecazlar da birer kinayedir.
Meselâ: Bir kimse, «zevcesine: Benden tesettür et, git ailene iltihak et» dese bu sözleri, niyetine göre talâktan kinaye olur. «Sen bainsin» sözü de böyledir.
77 -(Delâlet) : Söylenilen bir sözün -nasıl bir mânâya mevzu olduğuna muttali olanlarca -münfehim olmasıdır. Delâlet lâfzı, alâmet ve bir
şeyin varlığına veya yokluğuna nişane mânâsında da kullanılır.
73 -(Delâleti mutabikiyye) : Bir lâfzın vaz olunduğu mânânın tamamına olan delâletidir. İnsan lâfzının tam mahiyeti olan hayvanı nâttka delâleti gibi.
79 -(Delâleti tazammuniyye) : Bir lâfzın vazolunduğu mânânın bir cüz' üne delâletidir. İnsan lâfzının yalnız hayvana, yalnız natıka delâleti gibi,
80 -(Delâleti îltizamiyye) : Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına delâletidir. İnsan lâfzırun, ilim ile kitabete kabiliyetli bulunmaya delâleti gibi ki, bu kabiliyet, insanın mânâsının tamamı veya cüz'ü değil, belki mahiyetinin lâzımıdır.
81 -(Dâl bilibare) : Delâleti mutabıkiyye veya tazammuniyye ile veya ü-tizamiyye ile sevk edildiği mânâya ibaresile delâlet eden lâfızdır.
Meselâ: «Zakât. müslümanlann fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilemez» ibaresi, zekâtın yalriız müslüman fakirlere verileceğine delâleti mutabikiy-ye ile delâlet eder, zengin olan Zeyd'e, Amr*e verilemeyeceğine de delâleti tazammuniyye ile delâlet eder, zekât hususunda fakirler ile zenginler arasmde fark bulunduğuna da delâleti iltizamiyye ile delâlet eder.
82 -(Dâl bil'İşare): Üç nev'i delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine, yani: söylenince maksudu aslî olmayan bir mânâya delâlet eden lâfızdır
Meselâ: «AllahÜ Tealâ, bey'i halâl, ribayı haram kılmıştır» ibaresi, bey ile riba arasında fark bulunduğunu beyan İçin sevk olunmuştur, bundan asıl murad budur. O halde bu ibare, bey' ile riba arasında fark bulunduğuna delâlet mutabıkiyye İle delâlet ettiği gibi bey'in halâl, ribamn haram olduğuna da yine delâleti mutabıkiyye ile bil'İşare delâlet etmiş olur.
Bir malın Zeyd'e verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye karşı: «Bu malı hiç bir şahsa vermem» sözü de bu malm Zeyd'e de verilmeyeceğine delâleti tazammuniyye ile bü'İşare delâlet eder.
«Evlâdın nafakaları mevludün leh üzerinedir» ibarasi de çocukların neseb lerinin babalarından sabit olacağına delâleti İltizamiyye ile bil'İşare delâlet eder Çünkü babanın mevludün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstslzim dir.
83 -(Dâl bitiİ£lâle) : Asıl vaz'olunduğu mânânın lâzımına —aralarındaki müşterek ve lûgaten münfehim bir illet vasitasile-delâlet eden lâfızdır.
Meselâ: «Anana babana öf deme» sözü, ebeveyne karşı «öf» diye şea met = usanç göstermenin memnuiyetine ibaresile delâlet ettiği gibi döğmenin söğmenin memnuiyetine de delâleti lûgaviyesile delâlet eder. Çünkü öf demekti: eza vardır. Bu eza, bu öf demenin memnuiyeti için rey ve kıyas yolüe değil, bel ki lügatin delâletib. bir illettir. Bu illet, döğmede, söğmede de ziyadesile mevcut tur. Binaenaleyh bu müşterek illet dolayisiyle Öf demek memnu olduğu gibi döğ-mek de, sövmek de memnudur.
84 - (DâI btî'iktiza) : Şer'an muhtacün ileyh olan bir lâzime delâlet eder lâfızdır. Başka bir tâbir ise: «vaz'olunduğu mânâdan mukaddem isbatma şer'ar lüzum ve ihtiyaç mevcut olan bir medlule delâlet eden ibaredir.
Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: «Köleni şu kadar kuruşa benim na mıma azad et» deyip o şahıs da azad etse köle, o kadar kuruş mukabilinde c kimse namına azad edilmiş olur. Çünkü bu söz ile köleni şu kadar kuruşa ba na sat, sonra onu benim namıma azad et, denilmiş olur. «Köleni azad et» emri bir muktszîdir. Kölenin satılması da muktezadir. Bu mukteza olmadıkça öylt bir emrin mânâsı hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhati için evvelce bi muktezanın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binaenaleyh o emir, bu mukte zaya biliktiza delâlet etmekte bulunmuştur.
85 -(Beyan) : Lügatte izhar manasınadır. İlâm ve tebyin mânâsında yukubulan şeyden murad ne olduğu söz ile veya fiil ile açığa çıkarmaktır
müstameldir. Istılahta: «Söz olsun iş olsun yukubulan şeyden murad ne olduğu nu o şey ile ilgisi, münasebeti bulunan bir
Meselâ: «Namazınızı ikame ediniz» emrini Resulü Ekrem Hazretleri kendi fiilleriyle, yani kıldıkları namazlar ile beyan, etmiş ve bu hususta: Namazı benim nasıl kıldığımı gördüğünüz gibi kılınız» diye emir buyurmuştur.
Beyan, beş nevidir.
86 -(Beyanı takrir) : Bir sözü mecaz ve husus ihtimalini kesecek bir şey ile te'kit etmektir. Meselâ: «Kanatlarile uçan kuşlar da sizin gibi birer ümmettir» sözündeki «kanatlarile uçan» vasfı, bir te'kittir ki, bu kuşlardan mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.
87 -(Beyanı tefsir) : Kendisinde hafâ bulunan bir §eyi izah etmektir. Şöyle ki: Kendilerine hafâ bulunup mücmel, müşkil, hafî gibi kısımlara ayrılan sözler, bu beyanı tefsir sayesinde tebeyyün etmiş olur.
Meselâ: «Zekâtınızı veriniz» mealindeki bir emir, mücmeldir, miktarı muayyen değildir. Resulü Ekrem Efendimizin: «Mallarınızın, kırkta birini zekât olarak getirip veriniz.» mealindeki bir emirleri ise zekâtın miktarını tâyin ettiğinden bu hususta bir beyanı tefsirdir.
88 -(Beyani tağyir) : Sözün evvelinin mucebinİ, bundan murad ne olduğunu diğer bir lâfız ile izhar ederek değiştirmektir. Tahsis, istisna, sıfat, gaye, bedel denilen şeyler, birer beyanı tağyir demektir.
Meselâ: «Bey' halâl riba haramdır» ibaresindeki ilk cümle, yani: «bey' ha-lâldir» cümlesi, riba suretile yapılan bir bey* muamelesine de şâmildir: «Riba haramdır» cümlesi İse bu şümulü tağyir ederek bey'in halâliyetini riba yolile olmayan bey' muamelelerine tahsis kılmıştır.
Kezalik: «Şu paranın beş yüzü müstesna olmak üzere hepsi Zeyd'e aittir» sözünde de istisna, bir beyanı tağyirdir, «şu paranın hepsi Zeyd'e aittir» ibaresinin mucebini değiştirmiştir.
89 -(Beyanı zaruret) : Bir şeyi lâfzen tavziha mevzu olmayan bir şey ile bir nevi izah etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk hükmündedir, bir kısmı da vakti hacetteki sükûttan ibarettir.
Meselâ: «Yalnız validesile babası bulunan bir müteveffanın terekesinin üçte biri validesinindir» denilse bu terekenin mütebakisi de babasınındır, denilmiş olur. Vakıa bu son söz, meskûtün anhtir. Fakat siyakı kelâm itibarile örfea mantuk hükmünde bir beyanı zaruretten ibarettir.
Kezalik: Bir bikri baliğayı babası bir şahsa tezviç edeceğini söylediği halde o sükût etse bu sükût, tezvice muvafakattan ibaret olur. Vâkıâ bu sükût, tavzihe mevzuu bir şey değildir. Fakat söze hacet bulunduğu halde vukubulduğun-dan bir beyanı zaruret sayılır.
90 -(Beyanı tebdil) : Fer'î hükümlerden olan ve te*bidi gösterir bir kayd ile mukayyed bulunmayan bir hükmü şer'min hilâfına ondan müteahhir bir delili serinin delâlet etmesidir ki, buna «nesh» de denir. Bu halde muahhar olan delili şer'îye «nâsih», bununla kaldırılan hükmü ger'îye de «mensüh» denilir. Meselâ: evvelce ebeveyne vasiyet yapılması farz idi, bilâhare bu faiziyet, bir delili şer'î ile nesh edilmiştir.
91 -(Tahsis) : Âro olan bir sözü mütenavil olduğu ferdlerden bazılarına —hakikaten veya hükmen muttasıl olan müstakil bir kelâm ile-hasretmektir ki, bu beyanı tağyir kabilindendir.
Meselâ: Namaz, her müslümana farzdır, baliğ olmayan müslümanlara farz değildir. Denilse bu farziyyet, yâlnız baliğ olan müslümanlara hasredilmiş olur.
92 -(istisna) : Bir kısım şeylerin hükmüne duhulden bazı şeyleri «Hlâ» gibi bir edat ile hariç bırakmaktır. Bu hariç bırakılan şeylere «müstesna», öbür kısım şeylere de «müstesnaminh» denir.
Meselâ: Küllü insanın mükelleftin ülelmecanine vessagair = mecnunlardan, çocuklardan başka her insan mükelleftir» denilse «küllü insan» sözü müstesnaminh, «elmecanine vessegair» sözü de müstesna olmuş olur.
İstisna da beyanı tağyir kabilinden olup «istisnai muttasıl, istisnai munka-ti» kısımlarına ayrılır.
93 -(İstisnai muttasıl) : Bir istisnadır ki, müstesna olan şeyler, müstesnaminh olan şeyler ile cinsçe müttehit bulunur. «Küllü hibetin caizün illâ hibe-telkasirîn - her hibe caizdir, kasırların hibeleri müstesna» ibaresinde olduğu gibi.
94 -(İstisnai munkati) : Bir istisnadır ki, müstesna olan şeyler, müstesnaminh olan şeyler ile cİnsen müttehit bulunmaz. Başka bir tâbir ile «sadrı kelâm, ondan istisna edilen şeylere mütenavil bulunmuş olmaz.»
«Küllü hibetin caizün illel gasp = her hibe caizdir, gasp müstesna» ibaresinde olduğu gibi ki, müstesnaminh olan hibe, müstesna olan gasba esasen şâmil değildir.
95 -(Talik) : Bir cümlenin mazmununun husulünü, diğer bîr cümlenin mazmununun husulüne edatı şart ile rapt etmektir.
Meselâ: Bir kimse, kölesine: «Filân işi görürsen azad ol» dese azad olmanın husulünü o işin görülmesine bağlamış olur. O iş görülünce azad keyfiyeti husule gelir. Buna: «şartı taliki» de denir.
96 -(Takyid) : Bir tasarrufu, bir akdin aslını edatı şart olmaksızın bir şarta, bir kayde raptetmektir. Takyid edilen şeye: «meşrut, mukayyed bişşart». o kayde de «şart» denir. Bu şart «üzere veya şartile» lâfızlarüe ifade olunur. «Bu mali şu şeyi rehin vermek üzere sattım» denilmesi gibi.
97 -(Hadis) : Lügatte söz, haber, sonradan vücude gelen şey manasınadır. Istılahta: Resulü Ekrem (sallâîlahü aleyhi vesellem) Efendimizin buyurmuş olduğu herhangi mübarek bir sözdür. Sünneti nebeviyye mânâsında da müstameldir. Bir çok nevileri vardır. Cem'i: ehâdistir.
98 -(Muhaddfa) : Hadis İlminin bir çok usul ve füruunu bilen zattır.
99 -(Şeyfıülhadis) : Hadis ilminde üstazı kâmil olan, kendisinden hadîs rivayet olunan zattır. Buna «imam» da denir.
100 -(Hâfıziilhadîs) : İlmi hadîsin bir çok usul ve füruunu hıfz eden ve bir kavle göre yüz bin hadîsi senellerüe beraber ezberlemiş olan zattır.
101 -(Hâkimülhadis.) : Rivayet edilmiş olan bütün hadîsleri metinlerile, senetlerile, râvîlerinin tarihlerile, cerh ve tâdillerile hıfz ve ihata eden zattır. Zan olunduğuna göre hâkim, yalnız İmamı Buharîdİr. Çünkü «Buharînİn bilmediği bir hadis, hadis değildir» sözü, ulema arasında şâyidir.
102 -(Muharrici hadis) : Bir hadisi isnatsız olarak nakledan zattır.
103 -(Senet) : Lügatte mutemet, istinatgah manasınadır. Istılahta: bir hadîsi rivayet eden zatların heyeti mecmuasıdır. Bir hadîsin râvîierinin isimlerini zikrederek rivayet etmeğe de «isnat» denir.
İki senedi, yani: iki tariki, iki silsilei rüvati bulunan bir hadîsin bu iki senedinden hangisinin ricali daha az ise o, «senedi âlî», diğeri de «senedi nazil» adını alır. Meselâ: Bir hadîsi şerifin bir senedindeki râvîler, Resulü Ekreme kadar üç, diğer senedindeki râvîler de dört zat olsa birinci senet, âlî olur. Ve onunla yapılan İsnada da «isnadı âlî» denir. Diğeri de senedi nazil ve isnadı nazil olmuş olur.
Senedi âlinin ricali, sikattan olunca kıymeti büyük ve müreccah olur. Çünkü râvîlerûı adedi azalmca sehiv ve nisyart ihtimali de azalır, hadisin kuvveti artar. Bu cihetle muhaddisler. âlî senetleri araştırmış, buna pek büyük ehemmiyet vermişlerdir. İmam Mâlik ve İmamı Buharı gibi tabiîn devrinde yaşamış zatların rivayet ettikleri hadislerin senetleri, onlardan sonraki muhaddislerin rivayet ettikleri hadislerin senetlerinden daha âlî olduğundan kıymetleri de o nisbet-te büyük bulunmuştur.
104 -(Rivayet) : Bir sözü veya bir hâdiseyi nakletmektir. «Filân şöyle dedi» veya «demiş», «şöyle bir vak'a oldu» veya «olmuş» tâbirleri birer rivayettir.
Rivayet edene «râvî». «nâkil» denir. Râvinin cem'i: rüvattır. İlmi hadîs ıstılahmca: Bir hadisi şerifi senedatını zikrederek nakl eden zattır.
105 -(Haber) : Hangi bir zattan rivayet olunan sözdür. İlmi hadîs ıstılar hınca haber, sünnet ve hadîs tabirlerine müradiftir. Buna «eser» de denir. Bazı zevata göre haber; Resulü Ekrem'den başka zatlardan, meselâ: sahabei kiramdan rivayet edüen sözdür. Eser kelimesi de sahabînin veya selefin sözü makamında kullanılmıştır.
106 -(Haberi ahad) : Bir zatın veya iki üç gibi mahdut zatların yine bir zattan veya iki üç gibi mahdut zatlardan naklettiği haberdir.
Böyle ahad tarikile Resulü Ekrem'den rivayet edilen bir habere de (hadisi ahad) denir. Nebiyi efhamdan bir zatın rivayet ettiği bir hadîsi şerifi o zattan bir cemaatin nakletmesi de haberi ahad kabilindendir.
Tevatür şartiarını cami olmayan bir habere de «haberi ahad» denilmiştir. Bu itibarla haberi meşhur da esasen haberi ahad kabiiindendir.
Haberi ahadin ravîleri pek mahdut olduğundan onun muhberün anhe ittisalinde hem sureten hem de manen şüphe bulunur.
107 -(Haberi meşhur) : Bidayeten ikiden ziyade, fakat mahdut zevat tarafından rivayet edilmiş iken bilâhare ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulup yalan >ere ittifakları mutasavver olmayan bir cemaat tarafından naklolunan haberdir. Buna «haberi müstefiz» de denir.
Bu suretle nakil edüCgelen bir hadisi şerife: (Hadisi meşhur) denilir ki, Resulü Ekrem'e ittisaİinde ilk ravilerin mahdudiyetine mebni sureten bir şüphe var ise de bilâhare iştihar edip ümmet tarafından telâkki bilkakul edilmesine mebni
manen şüphe yoktur.
108 -(Haberi mütevatir) : Yalan söylemek üzere ittifaklarını âdete nazaran akim tecviz etmediği bir cemaatin verdiği haberdir. Böyle mütevatir surette rivayet olunan bir hadisi şerifin Resulü Ekrem'e ittisalinde, yani onun mübarek sözü olduğunda ne sureten ve ne de manen şüphe bulunmaz. Buna (hadisi mütevatir) unvanı verilir.
Meselâ: Kuranıkerimin bir kelâmı ilâhî olmak üzere Resulü Ekrem tarafından ümmetine tebliğ edildiği böyle mütevatir surette nakil olunagelmiştir. Zekâtın miktarım beyan eden = mallarınızın kırkta birini zekât olarak getirip veriniz) hadisi şerifi de mütevatiren menkuldür.
109 -(An'aate) : Lügatte eski âdet, menkulât, ağızdan ağıza nakledilen söz demektir. Istılahta: «Bir haberin veya bir hadisi şerifin an fülânin an fü-lân...» diye nakledilmişidir.
110 -(Hadisi sahih) : Adi ve tammüzzapt zatlar tarafından saz. ve mual-. lel olmayan muttasıl bir senet ile naklolunan hadîstir. Sahih liaynihi, sahih li-gayrihi kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Râvilerinin adi ve zaptında hiç bir kusur bulunmazsa «liaynihî» olur. Râvilerinin adaletinde, zaptında bir nevi kusur görülmekle beraber başka tarikler ile de rivayet edilmiş veya bagka sahih bir hadis ile teyit edilmiş ise «ligayrihî sahih» olur.
111 -(Hadisi basen) : Hadisi sahih ile hadisi garip arasında bir mertebeyi haiz olan hadistir ki, râviier arasında kizb ile müttehem kimse bulunmaz ve emsali diğer tariklerdm de rivayet edilmekle kendisi şâz sayılamaz.
Bazı muhaddisler bir kısım hadisleri başka başka noktalardan bakarak «hadisi haseni sahih» diye yâd ederler.
Hasen olan ehadisi şerife de İizatihî hasen ve ligayrihî hasen kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Râvisinin yalnız zaptında bir nevi kusur görülüp başka kusur bulunmazsa «lizatihi hasen» olur. Ravinin adaletinde, zaptında ve senedinin ittisalinde bir nevi noksan bulunursa veya esasen hadisi zaİf iken zafı rivayet tariklerinin çokluğile müncebir olursa «ligayrihî hasen» sayılır.
112 -(Hadisi garip) ; Zühri va katada gibi rivayet ettikleri hadisler bir çok zevat tarafından toplanan meşhur eimmeden birinden yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadistir. Böyle meşhur imamlardan nihayet iki veya üç kişinin rivayet ettiği hadise de «hadisi aziz» denilir.
113 -(Hadisi zaif) : Hadisi sahihteki şartlan haiz olmayan, meselâ; râvüe-ri arasında kizb ile veya adaletsizlikle veya kesreti galet ile veya bid'at ve cehalet ile maruf bir kimse bulunan veya şüzuz'dan, nekâretten salim bulunmayan hadistir. Muallâk, mürsel, mu'dal, munkatİ, müdelles, muallel, şaz, münker, metruk olan hadisler bu kabildendir.
114 -(Hadisi muallâk) : Bir muhaddisin baş taraftaki râvilerden bir ikisini, yani: kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini terk İle onlardan sonraki râviden işitmiş gibi bir tarzda rivayet ettiği hadistir.
Meselâ bir zat bir hadisi İmamı Mâlikten, o da Nâfi'den işitmiş olduğu halde o hadisi «Nafi dedi ki» diye rivayet etse bu bir hadisi muallâk olur.
115 -(Hadisi mürsel) : Tabiînden, yani: sahabei kirama mülâki olmuş zatlardan birinin şahabı ismini zikr etmeksizin Resuli Ekreone ref ve isnat ettiği hadistir.
Meselâ Haseni Basrî bir hadisi şerifi İmam Ali'den işitmiş olduğu halde onu zikr etmeksizin: ü\ J^-j Ja = Resuli Ekrem şöyle buyurdu» diye rivayette bulunsa bu, bir hadisi mürsel olmuş olur. Böyle merviyyün anlı ile râvi arasındaki vasıtayı terk etmeğe «irsal» denir.
116 -(Hadisi mu'dal) : Sahabei kirama varıncaya kadar râvilerden iki veya daha ziyade vasıta zikredilmeyip iskat edilmiş olan hadistir. Bu da usuliyyu-na göre «mürseUdir.
117 -(Hadisi numkatı) : Tebei tabiin tarafından vasıtaları terk ile Resulü Ekrem'e ref edilen hadistir. Meselâ: Böyle bir zatın tabiîyi ve sahabîyi zifc-retmeksizin: «Resulüllah, şallâllahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur» diye naklettiği bir hadis, munkatıdır.
Usuliyyuna göre hadisi munkatı da mürsel demektir.
118 -(Hadisi müdelles) : Râvilerinden birinin İsmi, eimmei hadisin hazıklarından başkası muttali olmayacak surette an'aneden iskat edilerek o vasıta mevcut değilmiş gibi bir tarzda rivayet edilen hadistir. Bu suretle rivayete «tedlis» denir ki, mekruhtur, mezmumdur. Bunu yapana da «müdellis» denir.
119 -(Hadîsi muallel) ; Hakkında kadhi mucip ofacak ayıplardan, salim görülmekle beraber hakikatte sıhhatine dokunabilecek gizli bir illet, bir sebebi kadih bulunan hadistir. Böyle bir hadisin illetini bulan muhaddise de «mu-allil» denir.
120 -(Hadîsi şaz) : Makbul olan bir râvinin kendisinden daha makbul bir ruvinin rivayetine muhalif surette rivayet ettiği hadistir. Bu hâld-i daha makbul râvinin rivayet etmiş olduğu hadise «mahfuz» denilir.
121 -(Hadisi metruk) : Sikadan hiç birinin rivayetine muhalif olmamakla beraber kizb ile, fisi ile, gaflet ile veya kesreti galt ile müttehem olan bir râ-viden nakil olunan hadistir.
122 -(Hadisi münker) : Zaif bîr râvinin rivayetine muhalif olarak ondan daha zaif bir râvinin rivayet ettiği hadistir. Zaif bir râvinin münferiden rivayet ettiği hadise ds «münker» denir. Bu hâlde sikanın rivayetine- «maruf» denilir.
123 -(Hadisi merfu) : Resulü Ekrem Efendimize tasrihan veya hükmen müntehi olan hadistir. Meselâ: «Resulâllah şöyle buyurdu», «Nebîyyi zişandan şöyle işittim» diye rivayet edilen hadisler tasrihan Resulü Ekrem'e dayanan birer merfu hadistir. «Biz Resulûllah zamanında şöyle.yapardık», «şöyle yapmak sünnettir» tarzında rivayet edilen haberler de hükmen merfu' birer hadistir.
124 -(Hadisi muttasıl) : Bütün râvileri sırasile zikredilmek üzere nakledilen hadistir.
125 -(Hadisi müsned) : Zahiren muttasıl bir sened ile ve nihayet sahabei kiramdan bir zat vasıtasile Resuli Ekrem'e ref ve isnad olunan hadistir.
Hadis kitaplarından bazılarına «müsned» adı verilmiştir. Cem'i: Mesanid-dir. İmarru Âzamin ve İmamı Ahmed ibni Hanbel'in. müsnedleri vardır.
126 -(Hadisi mevkuf) : Sahabei kiramdan birinin kavline veya fi'line veya takririne ait olan bir haberdir ki, bütün râvileri zikredilerek naklolunmuş bulunur.
127 -(Hadisi maktu) : Tebei tabiinden birinin kavline veya filine ait olmak üzere kendilerine bir süsilei rivayetle müntehi olan haberdir.
128 -(Hadisi muanan) : Senedinin bir veya birkaç yerinde «an» veya «enne» tâbiri kullanılan, meselâ: «Haddesena şubetü an Halidin an ebi Kılâ-bete..» diye rivayet edilen hadistir. Buna «an'ane tarikile rivayet de denir. Böyle bir rivayette bulunan zata da «muanin» denilir.
129 -(Hadisi miidreç) : Metnine veya senedine hariçten bir şey derç ve ithal edilmiş olan hadistir ki, «müdrecülmetn» ve «müdrecül isnat» kısımlarına ayrılır.
130 -(Hadisi muztarip) : Birbirine metin veya sened itibarile muhalif olmak üzere iki suretle rivayet edilen hadistir ki, ya metninde veya isnadında takdim, tehir, veya ziyade ve noksan yapmakla veya râvisinin yerine başka râ-v; veya metninin yerine başka metin ikame etmekle vücude gelir.
131 -(Hadisi masahhaf) : Metninde veya senedinde sureti hattiyesi bozulmamak üzere yalnız bir harfinin veya müteaddit harflerinin noktası tağyir edilmiş olan hadistir.
132 -(Hadisi mubarref) : Metninde veya senedinde yazı şekil ve sureti bozulmamakla beraber bir harfinin veya müteaddit harflerinin hareketi tağyir ve bu sebeple başka bir kelimeye kalbedilmiş olan hadistir.
133 -(-Hadisi müphem) : Râv.sinİn zikredilen adı veya künyesi veya lâkabı veya sıfatı veya san'atı veya nesebi sikat arasında meçhu! bulunan hadistir. Böyle bir hadis, râvisinin mâruf ismi zikre d ilme dikçe kabul olunmaz.
134 - (Hadisi mevzu) : Resuli Ekrem Hazretleri namına hilafı hakikat olarak vazedilmiş hadistir. Diğer bir tâbir ile bir kimse tarafından herhangi bir maksatla tertip edilerek nebiyyi zîşan tarafından beyan buyurulmuş gibi gösterilen hadistir. Buna «hadisi muhtelak» da denir. Buna cüret etmek, .büyük bir günahtır.
135 -(Efali şer'iyye) : Vücutları birer hükmü şer'ıye mütevakkıf bulunan fililerdir. Namaz. oruç. bey", icare, hibe fiilleri gibi ki, bunlar, şeraiti şer' ıyyesî dairesinde birer fili şer'î bulunmuş olurlar.
136 -(Efali hissiye) : Vücutları için yalnız his ve müşahede kâfi olan fiillerdir. Sirkat, katil, zina gibi ki, bunların tahakkuku için şefi şeriften bir takım kavaid telâkkisine hacet yoktur.
137 -(Hükm) : Lügatte karar vermek, bir şeyi diğsr bir şeye ispat veya nefi suretîle isnat etmektir. Meselâ: «Bu kitap Zeyd'indir» denilse kitap. Zeyd'e ispat yolile isnat edilmiş olur. Bilâkis «Bu kitap Zeyd'in değildir» denilse nef-yen isnat edilmiş bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de hükm denilir. Cem'i ahkâmdır.
Şer'i hükümler: itikada müteallik olursa (ahkâmı asliye), ibadete, muamelâta ait bulunursa (ahkâmı fer'iyye) adını alır ve «mükelleflerin fiillerine iktiza, yâni: talep veya tahyir ve\a vazı yoiilc taallûk eden hitabı ilâhînin eseridir» diye tarif olunur.
138 - (Hâkim) : B;r şeye ispaten veya nefyen hükmeden, karar veren zattır.
Ahkâmı şer'iyyede asıl hâkim olan, Allahü Tealâ Hazretleridir. Akıl da bazı şeylerin husn ve kubbuna hükmeder veya şarii mübinin hükmündeki hik-meklere infazı nazarda bulunabilir.
139 -(Mahkûmun bih) : Kendisine şarii mübinin hitabı tsallûkeden fiildir. Yani: Mükellef bir kimsenin bu hitaba mebni yapacağı şeydir.
Meselâ: Biz; namaz ile, zekât ile mükellefiz .İşte bizim fiilimiz olan bu namaz ile zekât, birer mahkûmun bihtir.
140 -(Mahkûmun aleyh) : Kendi filine şarii mübinin hitabı taallûk eden mükellef insandır. İnsan ise ruh iie bedenden mürekkep bir mahlûktur.
141 -(Mükellef) : Kendisine şarii hakim tarafından bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti ilzam edilen âkil kimsedir. Bu külfeti ilzama da (teklif) denir.
Bİr kimseye kudreti fevkinde bir şey ile teklifte bulunmaya da (teklifi ma-lâyutak) denir..
142 -(Ehliyet) : Leh ve aleyhe olan şer'î tekliflerin teveccühüne, vücu-bünc salahiyetli bulunmaktır. Ehliyeti vücup, ehliyeti eda kısımlarına ayrılır.
143 -(Ehliyeti vücup) : Mahkûmun aleyhin, yâni: Mükellef insanın kendi lehine ve aleyhine ait, meşru hakların vücubuna salâhiyettir bulunmasıdır
Meselâ: İnsanlar, vâris, ve müverris olmak haklarının lüzumuna salahiyetli bulunmaktadırlar.
144 -(Ehliyeti eda) : Mahkûmun aleyhin, yâni: İnsanın kendisinden şer an muteber olacak veçhile fiillerin sUdunına salâhiyettar olmasıdır ki, «ehliyeti kâmile» ve «ehliyeti kasıra» kısımlarına ayrılır.
Meselâ: Âkil, baliğ bir insan, ehliyeti kâmileyi haizdir. Kendisinden nikâh bey, icare gibi fiillerin suduruna salâhiyet; vardır. Mümeyyiz bir çocuk veys bir matuh ise ehliyeti kasırayı haizdir. Kendisinden sudur eden fiillerin bir kıs mı sahih, muteber olur, bir kısmı olmaz.
145 -(Zimmet): însanda manevî bir vasıftır ki, insan, lehins ve aleyhine olan şeylere ancak bununla ehl olur. Demek ki, insanlarda ehliyeti vücup bu zimmet sayesinde husule gelir.
Zimmet, ahd, borç mânâsında da müstameldir.
146 -(KiMfeet) : İktidar, kuvvet. Bu, bir şeyi yapabilmek için bulunma sı lâzım gelen iktidardan, kabiliyetten ibarettir. Fîle mukarin olup onda mile* sir bulunan kudrete (istitaat) ve (kudret maalfîl) denir. Bu, fiilde müessir, bı cihetle fîlin illetinden maduttur.
147 -(Kudreti mümekkine) : Bir şey yapabilmek için. insanı mütemek kin, muktedir kılan ve alât ve esbabın selâmetinden ibaret bulunan kudretti ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.
148 -(Kudreti miiyessire) : Alât ve esbabın selâmetinden ibaret olup bıı şeyi suhuletle yapabilmeğe vesile olan bir kudrettir ki, bir kısım malî vecibelerin vücubu ve zimmette devamı için şarttır. Zekâtın vücubu bu kudretin vücuduna bağlıdır.
149 -(Avana semaviyye) : İnsanın kesbi, ve irade ve ihtiyarı olmaksızın viicude gelip ehliyeti vücubunu, ehliyeti edasını tamamen veya kısmen izale eyleyen manialardan ibarettir. Ateh, nisyan, maraz, mevt gibi.
150 -(Avarızı müktesebe) : İnsanın kesbî, irade ve ihtiyarı ile vücude gelip ehliyetine az çok tesir eden manialardır. Cehl, sekir, ikrah gibi.
151 -(Emr) : Kendisiîe cezm ve isti'lâ tarikile bir fi'lin yapılması istenilen sözdür. Bir fîli kafi surette ve isti'lâ tarikile isteyen zata «âmir» böylece istenilen file «memurun bih», kendisinden böyle bir fiil istenilen kimseye de «memur» denilir.
152 -(jEmri mutlak) : Bir emirdir ki, kendisiîe istenilen fiil, bir muayyen vakit ile mukayyet bulunmaz. Zekât ve fitre hakkındaki emirler gibi.
Umum, tekrar »husus karinelerinden hâli olan emirler de bu kabildendir.
153 (Emri mukayyet) : Bir emirdir ki, kendisiîe istenilen fiil. bir vakii ile mukayyet bulunur, ondan sonra yapılması ya kaza sayılır veya gayri meşru bulunur.
Meselâ: Namaz hakkındaki emir, mukayyettir. Vaktinden sonra kılınan bir namaz, kaza olur. Bir akid hakkındaki icabın muayyen mecliste kabul edilmesine dair olan emir de mukayyettir. Ö meclisten sonraki kabul, meşru, ak-din sıhhatini müştekim olmaz.
154 -(Nehiy) : Kendisiîe cezm ve istilâ tarikile bir fiilin terk edilmesi istenilen sözdür. «Yalan söyleme», «hırsızlık etme» sözleri gibi. Bu veçhile hitap eden zata «nâhî» denir ki, bunlardan kati ve âmirâne bir sıfatla menetmiş olur. Bu gibi terk edilmesi, kendisinden çekinilmesi istenilen bir şeye de «men-hiyyün anh» denilir. Cenvinde: Menhiyyat, memnuat tâbirleri kullanılır.
155 -(Fevr) : Emredilen sevi ilk imkân ânında edâ etmektir. Böyle bir şeye «fevri» denir. Mukabili «terahi» dir ki: Emredilen şeyin hemen edası lâzım gelmeyip muahharan yapılmasının da kifayet etmesidir.
156 -(Eda) : Emr ile vacip olan şeyin, yâni: Memurun bibin aynini müs-tahikkına teslim etmektir. Meseİâ: Muayyen vakitte kılınması emrolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edadır. Gaspedilmiş bir malı aynen sahibine iade
de bir edadır.
157 -(Kaza) : Emr ile vacip olan şeyin mislini müstahıkkına teslim etmektir. Meselâ: Muay\en bir vakitte tutulacak bir orucu o vakitten sonra tutmak bîr kazadır. Gasbediien bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim de' bir kazadır.
Kaza tâbiri, hüküm, takdir, mukadderi vücut sahasına ihraç mânâsında da müstameldir.
158 -(Vücup) : Bir şeyin şer'an zimmete terettüp etmesidir.
159 -(Vücubi eda) : Sebebinin vücudünden sonra muayyen zamanda biı fiili yapmanın veya bir malı ödemenin lüzumudur.
Meselâ: Mükellef bir insan için her namaz vaktinde namaz kılmak lâzımdır. Ve her mükellet, servet sahibi için her on iki ay tamamından itibaren zekât vermek: lâzımdır ki, bunlar vücubi edadan ibarettir. Vâdesi dolmuş bir borç hakkında da bu vücub tahakkuk eder.
160 -(Netsi vücub) : Sebebinin vücudundan sonra herhangi bir vakitte bir fili yapmanın veya bir malı edanın lüzumudur. Meselâ: Her mükellef olan insan için namaz kılmak, zekât vermek esasen lâzımdır. İşte bu, bir nefsi vü-cubdan ibarettir ki, daha eda zamanı gelmeden de sabittir.
161 -(Fars) : Yapıİması şarii mübin tarafından emrolunduğu kat'î deli! ile sabit olao herhangi bir,vazifedir ki, farzı ayn ve farzı küaye kısımlarına ayrılır.
162 -(Farzı ayn) : Her mükellef için yapılması farz olan vazifedir. Beş vakit namaz gibi.
163 - (Farzı kifaye) : Mükelleflerden bir kısmının yapmasile diğerlerinden farziyeti sakıt olan vazifedir. Cenaze namazı gibi.
164 -(Vacip) : Şarii mübin tarafından emrolunduğu delili zannî ile sabit olan vazifedir. Her namazda Fatihai şerifenin okunması gibi.
Vacip, vecibe tabirleri bazan farz mânâsında kullanılır. Namaz bir vecibedir, borcu ödemek bir vecibedir, denilmesi gibi.
165 -(Mesnun) : Peygamberi Zîşan Efendimiz tarafından farz ve vacip olmaksızın bazan terkedilmek üzere bir ibadet kabilinden olarak iltizam buyurulmuş olan herhangi fiil ve harekettir. Sünnete müracaat!.
166 -(Mendup) : Yapılması racih, memduh olmakla beraber terki hakkında men bulunmayan ve dinde daima sülük edilmiş bir tarik olmayan fiildir. Buna «müstehap» da denir. Nafile namaz kılmak, tetav-vuan sadaka vermek gibi.
167 -(Mubah) : Şarii mübinin nazarında yapılıp yapılmaması müsavi olan fiildir. Herhangi halâl bir taamı yiyip yememek gibi.
Bir şeyi mubah görmekle veya bîr taamın yenilmesine, bir malın alıp kaldırılmasına verilen müsaadeye de «ibahe» denilir.
168 -(Caiz) : Yapılması sahih veya mubah olan herhangi bir ful veya akiddir. Bazan bir fiil, bir akid, sahih olduğu hâlde caiz olmaz. Meselâ: Cuma namazı için ezan okunurken namaza koşmayan mükellef bir müslümanın yapacağı bir satış muamelesi -dünyevî ahkâm itibarile-sahihtir. Fakat uhrevî ahkâm itibarile caiz değildir. Çünkü emri ilâhîye muhalefeti müstelzim olmakla uhrevî mesuliyete baistir.
169 - (Haram) : Işlenilmesi şarii mübîn tarafından nehiy ve men eâildiği kat'î delil ile sabit olan herhangi bir şeydir ki, (liaynihi haram) ve (ligayrihi haram) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: bizzat kendisi hürmete menşe olan bir haram, liaynihi haramdır. Müskirat gibi. Bİ2zat kendisi hürmete menşe' olmayıp başka bir sebepten dolayı haram olan bir şey de ligayrihi haramdır. Başkasının malını izni olmaksızın yemek gibi.
170 -(Mekruh) : Terki racih olup işlenmesi hakkında kat'î bir nehiy bulunmayan fiildir ki, terki memduh, irtikâbı mezmumdur. Böyle bir fiilde «kerahat» bulunmuş olur ve bu kerahat, kerahati tahrimiy-ye) ile (kerahati tenzihiyye) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki harama yakın olan bir kerahat, kerahati tahrimiyyedir. Halâla karip olan bir kerahat de kerahati tenzihiyyedir, tenzihen mekruhtur.
171 - (Azimet) : Kulların özürlerine mebni olmaksızın iptidaen meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde ramazanı şerif orucunun tutulması gibi.
172 -(Ruhsat) : Kulların özürlerine mebni kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde ramazanı şerif orucunun tutulmama sı gibi.
Vukubulan ikraha mebni birisinin malım itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu hâlde bu itlaf hakkında bir ruhsatı şer'iyye bulunmuş olur.
Bir hâdisede azimet ile ruhsat içtima edince azimet tarikini iltizam etmek, bir tekva nişanesi sayılır.
173 - (Akd) : Nikâh, hibe, vasiyet, bey' ve şira gibi bir muamelei şer'iyyeyi iki tarafın iltizam ve teahhüt etmeleriçlir ki, icap ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle bir muameleye «mün'akit» denir. Bunun böyle vücude gelmesine de «in'ikad» denilir ki, «icap ile kabulün müteallâkinde eseri zahir olacak veçhile birbirine meşru surette taallûkudur» diye tarif olunur.
Meselâ: Bir nikâh muamelesi, iki tarafın icap ve kabulile vücude gelir. İşte böyle bir icap ve kabulün birbirine müteallâkinde, meselâ: zevci-yetin husulü hususunda eseri zahir olacak veçhile şer'an irtibat etmesi, bir inikattan ibarettir.
Akd yapanlardan birine «âkid», ikisine «âkideyn», daha ziyadesine cemi' sıgasile «âkidîn»' denir. Hakkında akd yapılan şeye de «makudün aleyh» denilir.
174 - (İcap) : Bir akdi yapmak için ilk evvel söylenilen sözdür ki, akd ve tasarruf onunla ispat olunur. Meselâ: bir mal sahibinin müşteriye karşı: «Bu malımı şu kadar kuruşa sana sattım» demesi, bu icaptır ki, bununla müşteri için satın almak salâhiyeti ispat edilmiş olur.
175 -(Kabul) : Bir tasarrufu yapmak için saniyen söylenen sözdür ki, akd onunla tamam olur. Mal sahibinin ?şu malımı sana şu kadar kurusa sattım» demesi üzerine müşterinin «ben de onu o veçhile satın aldım» veyahut yalnız «kabul ettim» demesi gibi.
176 -(Sahih) : Şartlarını, rükünlerini, vasıflarım tamamen cami olan herhangi bir fiildir. Bunları böyle cami olmak hâline de «sıhhat» denir.
Meselâ: Mükellef bir kimsenin kendi malını usulü dairesinde birisine satması, bir bey'i sahih muamelesidir. Böyle şartlarım, rükünlerini cami olan bir akde de «akdi sahih» adı verilir.
177 -(Fâsid) : Haddi zatinde meşru olduğu hâlde gayri meşru bir şeye mukareneti sebebile meşruiyetten çıkan fiildir ki, aslen caiz olduğu hâlde vasfen caiz olmaz. Meçhul bir şeyi satmak gibi.
178 - (Bâtıl) : Şartlarını, rükünlerini, vasıflarını tamamen veya kısmen cami olmayan fiildir ki. aslen ve vasfen meşru olmaz. Gayri mümeyyiz bir çocuğun bey'i, hibesi gibi.
179 -(Mevkuf) : Bir hüküm ifade etmesi, meselâ: başkasına mülkiyeti müfit olması, başkasının izin ve icazetine muhtaç olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzulî olarak satmak gibi ki, satış muamelesinin müşteriye mülk ifade etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.
180 -(Lâzım) : Hıyarattan hâli olan bir akiddir ki, üzerine terettüp eden eserin ref'i mümkün olmaz. Meselâ: bir kimse, muhayyer olmamak üzere bir malını bir şahsa şeraiti dairesinde satsa bu muamele, lâzım olur, artık bunu bozmaya salâhiyeti olamaz. Mukabili: gayri lâzımdır ki, kendisinde muhayyerlik bulunan akd demektir.
181 - (Nafiz) : Başkasının hakkı taallûk etmeyen, meselâ: icazetine mevkuf bulunmayan muameledir. Şerait ve erkânını cami olan bir akd, bir akdi nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak itibarile lâzım ve gayri lâzım kısımlarına ayrılır. Mukabili: gayri nafizdir.
182 -(Hıyar) : Muhayyerlik demektir ki, iki âkidden birinin veya her ikisinin o akdi şu kadar gün içinde kabul veya fesih etmek üzere muhayyer olmasıdır. Binaenaleyh o müddet içinde akd kabul edilirse lâzım olur, edilmezse münfesih bulunur.
183 -(Şart) : Lügatte alâmeti lâzime manasınadır. Cem'i: şurut ve şeraittir. Istılahta: kendisinin üzerine tesir ve ifza = isal bulunmaksızın hükmün vücudu tevakkuf eden şeydir. Meselâ: nikâhın sıhhatinde Şahitlerin vücudu şarttır. Şahit, nikâha müessir ve mufzî değildir, şahit bulunduğu hâlde nikâh akd edilmeyebilir. Fakat bir nikâhın sahih surette akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.
84 -(Rükün) : Bir şeyin malehilkıyamı olan şeydir. Başka bir tâbir ile bir şeyin mahiyetini teşkil ve takvim eden herhangi bir şeydir ki, bazan basit, bazan da mürekkep olur. Meselâ: Akdi bey'in rüknü, icap ve kabuldür. Bunlar bulunmayınca bey' de bulunmaz.
Rükünler, «rüknü aslî», «rüknü zaid» kısımlarına ayrılır. Rüknü aslî; bir rükündür ki, kendisi bulunmayınca ahar bir şey veya hüküm muteber olmaz. Meselâ: imana nazaran tasdiki kalbî bir rüknü aslîdir. Bu tasdik bulunmayınca muteber bir iman da bulunmaz.
Rüknü zaid; bir rükündür ki, kendisinin bulunmamasından bir şeyin veya bir hükmün gayri muteber olması lâzım gelmez. Nitekim imana nazaran ikrar, bir rükündür ki, bunun bulunmamasından imanın her hâlde bulunmaması icap etmez.
185 - (Sebep) : Lügatte bir gayeye ulaştıran yol, vasıta, urgan, bab manasınadır. Istılahta: «Bir hükme mevzu ve müessir olmadığı hâlde mücerred bir tarik teşkil eden şeydir. Meselâ: bir hırsıza yol gösteren, onun hırsızlığına sebep olmuş olur.
186 -(Alâmet) : Lügatte emare, nişane manasınadır. Istılahta: kendisine bir hükmün vücudu veya vücubu taallûk etmeyip yalnız bir hükmü bildiren, ona delâlet eden şeydir. Meselâ: bir kimse, «hanemi ge lecek haziran ayı iptidasından itibaren bir sene müddetle kiraya verdim» dese Haziran ayı bu kira hükmünün müddeti için bir emare olmuş olur.
187 -(Hüsün) : Bir şeyin dünyada medhe, ukbada sevaba müte-allak olmasıdır. îbadet ve taat gibi. Bir şeyin tab'a mülâim olmasıdır. Ferah gibi. Ve bir şeyin bir sıfatı kemâl olmasıdır, ilim gibi.
188 -(Kubuh) : Bir şeyin aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zernme, ahrette azaba veya itaba mahal olmasıdır. Küfür gibi, hür kimseyi satmak gibi. Böyle bir şey, liaynihi kabihtir. Bir de ligayrihi kabili vardır ki, haddi zatında meşru iken bir sebepten dolayı çirkin görülen şeydir. Nehy edilmiş olan günlerde tutulan oruç gibi.
189 -(Bahis - Mübahase) : İki veya daha ziyade, kimsenin bir mesele hakkında mütaleaya kıyam edip bir tarafın müddeasmı ispata kıyam etmesine karşı diğer tarafın itirazkârâne bir vaziyet almasıdır. Böyle bir itiraza karşı nefsülemre muvafık, hakkı izhara hadim surette verilecek cevaba (cevabı tahkiki) denir. Bilâkis nefsül'emre muvafık olmayıp mücerret hasmı, muterizi susturmak maksadile verilecek cevaba da (cevabı cedelî), sahibine de (mücadil) denilir. Böyle mücerred hasmı iskât ve ilzam için cereyan eden münakaşa-va (cedei) denildiği gibi bu yolda irad edilen delile de (delili iknaî), (delili ilzamı) adı verilir.
190 - (Münazara) : İki şey arasındaki nisbet hakkında, meselâ: bir şeyin caiz veya gayri caiz olması hususunda iki tarafın izharı savap için basiretle nazarda, mütaleada bulunmasıdır.
191 -(Muaraza) : Hasmın ikame ettiği delile taarruz etmeyip yalnız bu delilin muktezasına muhalif, nakizini müsbit diğer bir delil ikame etmektir. Şöyle ki: iki delilden biri bir şeyin meselâ: cevazını, diğeri de ademi cevazını iktiza etse bir muaraza vücude gelmiş olur.
192 - (Muaraza bilkalb) : Hasmın delilini aynen kendi aleyhine delil olarak irat etmektir.
193 -Olüddei, rauallil) : Bir meseleyi iltizam ederek hakkında delil irad eden kimseye ilmi âdâb istılahınca müddei, mualtil denir. Bunu kabul etmeyen veya hilafını iddia eden kimseye de «sail» denilir.
Bir meseleyi mücerret hikâye edip sıhhatini, ademi sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de «nâkil» adı verilir.
194 -(Mükâbere) : Bir ilmî mesele hakkında izharı savap için değil, beiki mücerret hasmı ilzam ve iskât için münazarada bulunmaktır ki, pek mezmumdur.
195 -(Mukaddime) : Bir takım mesail ve rnebahisin güzelce anlaşılması için ilgili oldukları bir kısım mebadiden ibarettir. Münazara ilmi istılahmca: mukaddime, bir şeydir ki, delilin sıhhati, onun üzerine tevakkuf eder. Meselâ: bir kıyası mantıkîdeki suğradan, kübradan her biri bir mukaddimei delildir.
196 -(Men) : Bir delilin mukaddimelerinden birini kabul etmeyip hakkında-delil istemektir. Buna «münakaza* da denir. Bir hususta böyle yalnız delil istemekle iktifa olunursa ona «men'i mücerret» denir. Fakat onu teyit için bir söz ilâve edilirse -.
197 -(Mümanaa) : Bir tarafın ~ muallilin ispat ettiği şeyi diğer tarafın -saılin bilâ delil kabulden imtina etmesidir. Veya muayyen bir mukaddimeyi men' etmektir.
198 -(Münakaza) : Bir delilin mukaddimelerini teşrih ve tâyin et-nıeksizin nefsi delilin butlanını diğer bir delil ile ispat etmektir. Bu veçhile itiraza münazara -âdâb ilmi ıstılahmca «nakz» da denir.
Meselâ: Bir maddede müddeinin delili carî olduğu hâlde hüküm ta-hallüf ettiği veya müddeinin delili, hususi bir fesadı, meselâ: devr ve teselsülü veya iki nakizin içtimaını müstelzinı bulunduğu beyan olunarak müddeinin delili iptal edilse bu, bir münakaza olmuş olur. Bu hâlde mü-nakızın irad ettiği delile «şahid» denilir.
199 -(Fesadı vaz') : Bir illet üzerine muktezasımn nakizi terettüp etmektir. Meselâ: bir şey hakkında hürmeti muktezi gibi görülen bir illet üzerine o şeyin hilli terettüp etse bu, bir fesadı vaz'dan ibaret olmuş olur.
200 -(Fesadı itibar) : iddia edilen bir meselenin kıyasa mahal olması, hilâfına mevcut bir nasdan dolayı memnu bulunmaktır.
201 -(Deveran) : Bir şeyin diğer bir şeye vücuden ve ademen mukterin olmasıdır. Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca mükellefiyet de mevcut, bunlar mâdum olunca mükellefiyet de mâdum olur.
202 -(Fark) : Asılda bulunup illiyette medhali olan bir vasfın fer' sayılacak bir şeyde bulunmamasını beyandan, ibarettir. Bu hâlde o asıl, bu fer1 için makisün aleyh olamaz.
203 -(Kavi bimucebilille) : Hükümde ihtilâf baki olmakla beraber müddeinin irad ve ilzam ettiği şeyi iltizamdan ibarettir. «îrad edilen delil, haddi zâtında doğrudur, fakat bu delil, müddeayı ispata kâfi değildir, iddia edilen hüküm bununla sabit olmaz.» denilmesi gibi.
204 -(Tercih) : Vasfen birbirine mümasil olan iki delilden birinin diğerine fazl ve rüçhanını ispat etmektir. Böyle mütemasü delillerden birini diğerine tercihe muktedir olan zatlara da «ashabı tercih» denilir.